DERS KİTABI CEVAPLARINA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ!
TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ GELİŞİM SÜRECİ VE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE İŞÇİ HAREKETİ
Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin günümüzdeki dinamiklerini, tarihsel bir bakışla tartışmayı amaçlayan çalışma, bu yöntemle sınıf hareketinin Osmanlı’dan günümüze geçirmiş olduğu dönemleri ele almıştır. Bu dönemler içinde sınıf hareketinin gelişmesine etkileyebileceği düşünülen siyasal, ekonomik ve toplumsal olaylar ele alınmıştır. Çalışmanın sonunda sınıf hareketi olarak, işçi hareketinin toplumsal diğer olaylarla doğrudan ilişkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDAKİ İŞÇİ
HAREKETLERİ
1920 ve 1930’lı yıllar Cumhuriyet rejiminin
ve bir sistem olarak kapitalizmin Türkiye’de
yerleşmeye başladığı yıllardır. Her iki sisteminden
yerleştirilmesi yoğun alt yapı çalışmalarını
gerektirmektedir (Savran, 1992 akt Akkaya, 2004:
141). Bu sebepten ötürü herhangi bir kaotik
durum kesinlikle kabul edilmezdi. Sermaye
birikimi önünde engel teşkil edebilecek olan
her türlü girişim başından engellenmeliydi.
Sınıf çatışmaları da bu bağlamda engellenmesi
gereken durumlar olarak kabul edilmekteydi.
Yeni kurulan devletin resmi ideolojisi olan
“bütünleşmiş milli toplum ve sınıfsız bir bütünlük”
hedefi içinde de sınıf çatışması kabul edilemez bir
durumdu. Hatta Aydemir (1934: 5-10)’ya göre bu
durum öyle noktalara ulaşmıştır ki Kurtuluş Savaşı
öncesinde yabancı sermayeye karşı verilen ve
milli mücadele ile özdeş görülen işçi hareketleri
yeni kurulan devletle anlamını kaybetmiş, milli
bütünleşme ideolojisi karşısında işçiler tam
olarak ne yapacaklarını bilemez bir noktaya
gelmişlerdir. Bu duruma, Osmanlı’dan devrolan
miras da eklenince işçi hareketinin gelişebilmesi
için zor sayılabilecek yıllar başlamıştır. Savaşın
etkisiyle sınırlı sayıda olan sanayi işletmeler, son
derece azalmıştır.1927 Sanayi Sayımı sonuçlarına
göre sanayi işletmelerinin toplam sayısı 65,245,
işçilerin sayısı ise 256,855’dir. Ancak işçilerin
% 43’ü tarımda ve hayvancılıkta çalışmaktadır.
İşletmelerin yapısına bakıldığında ise % 97’si 1-10
işçi çalıştırmaktadır. Yirmiden fazla işçi çalıştıran
işletmelerin oranı ise sadece % 1,4’dür. Sanayinin
toplam Milli hâsıla içindeki oranı %10’dur (Yavuz,
1998: 354-55). Cumhuriyet’in kurulmasını takip
eden yıllardaki işçi hareketlerindeki gerileme
ve sınırlılık bu belirsizlik ortamına bağlanabilir.
İşçiler, sınıfsal bir çatışmayı girmeyi, zor bir
savaş sonrasında kurulmuş yeni bir devlete ve
milli bütünleşmeye bir ihanet olarak görerek
bir bocalama süreci yaşamış olabilirler.
Özellikli Türkiye’de işçi hareketlerinin tek parti
dönemindeki yansımaları böylesi bir bakış açısı
içerisinde anlam kazanabilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki işçi hareketleri
genel olarak işçilerin çalışma koşullarına
verdikleri tepkiler niteliğindedir. Sistematik bir
sanayileşmenin olmadığı ve işçiliğin bir meslek
olarak kurumsallaşmadığı Osmanlı Devletinin
yıkılmasından hemen sonra kurulan yeni devlette
çalışma hayatının nasıl olacağı üzerine bir
belirsizlik olması doğaldır. 1927 yılında yürürlüğe
giren “İş Kanunu Layikası” bu belirsizliği sermaye
ve devlet lehine ortadan kaldırmayı hedefleyen
bir çabanın ürünü olarak yorumlanabilir.
Layika’da işçilerin günde 10 saate kadar
çalıştırılmasına hatta acil bir durum olduğunda
daha fazla bile çalıştırılabilecekleri yönünde
ibareler bulunmaktadır. On beş işçiden az olan
işletmeleri, ise bu kanun bağlamamaktadır.
Böylesi bir durum o döneme kadar işçilerini sekiz
saat çalıştıran işletmeler için oldukça mutluluk
verici olmuştur. Buna karşın işçilerin aleyhine bir
durumdur. Onbeş işçinin altında işçi çalıştıran
işletmelerde nasıl bir uygulama yapılacağı ise
oldukça belirsizdir. İşçiler, tepkilerini günlük
siyasal bir gazete olan İkdam’a yazdıkları
mektuplar üzerinden dile getirmişlerdir (İkdam,
28.04.1927 akt. Yavuz, 1998: 356-357):
1946-1960 ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ
DÖNEMİNDE İŞÇİ HAREKETİ
Dış ve içteki gelişmelerin etkisiyle 1946-1960
arasındaki çok partili dönem işçi hareketleri
bakımından tek partili dönemden farklı
geçmiştir. II. Dünya Savaşı’nın sonucunda bir
taraftan tüm dünyada demokrasiye doğru
eğilimler güçlenirken diğer taraftan ise savaşın
neden olduğu ekonomik sıkıntılar etkili olmaya
başlamıştır. Bu etkilerin Türkiye’deki yansımaları
ise savaşın yarattığı ekonomik krizler sebebiyle
halkın yaşadığı huzursuzluk bunun sonucunda
da asker ve sivil bürokrasiden pay istemeleri
şeklinde olmuştur (Yazıcı, 1996: 124). Bu genel
çerçeve bağlamında işçilerin de kendi isteklerini
demokratik bir düzlemde talep etmeleri
beklenebilir.
Özellikle 1946 sonrasında sanayileşmenin
artması, işçi sayısında niceliksel bir büyümeye
sebep olmuştur. Bir önceki döneme göre işçi
hareketindeki canlanmada sanayileşme ve
istihdamdaki artışın etkisinin büyük olduğu
söylenebilir. Ancak 1940- 1950 yılları arasında
sendikaların birçoğu önceki dönemlerden gelen
işçi cemiyeti ve yardımlaşma sandığı olma
özelliğini korur (Güzel, 1998: 405). Bu bağlamda
işçi örgütlenmesinin kendi içinde bir sürekliliği
olduğundan bahsedilebilir
1980 SONRASI İŞÇİ HAREKETLERİ
1970 kriz ile birlikte dünyada yaşanılan sıkıntılara
paralel olarak Türkiye’de ekonomi çıkmaza girmiş,
devlet desteğine ve korumacılığına dayalı ithal
ikameci modelin sorun teşkil etmeye başlamıştır.
24 Ocak Kararları, bu sıkıntılardan kurtulmak için
uygulanacak alternatif bir modelin anahtarı olarak
görülmüştür. 24 Ocak Kararları da bu yeniden
yapılanmayı sağlayacak önlemleri içermektedir.
Uluslararası sermayeye bütünleşebilmesi için
öncelikli olarak ihracata yönelik olarak sermayenin
yeniden yapılanması gerekmekteydi ve süreçte
geçişin sağlanması emek sermaye çelişkisinin
minimuma indirilmesi ve sermaye giderlerinin
olabildiğince aşağı çekilmesine bağlıydı. Bu temel
amaçlar doğrultusunda, 1961 Anayasası ile birlikte
elde edilmiş hakların birçoğu 1982 Anayasası ile
daraltılmıştır. Reel ücretlere dair düzenlemeler,
Yüksek Hâkim Kurulu’na bağlanmıştır. İşçilerin
örgütlenme haklarına getirilen sınırlandırmalar,
işçilerin ücretleri bakımından köşeye sıkışmasına
sebep olmuştur.
1961 ve 1981 Anayasaları yapılış şekli
bakımından aynı olsalar da işçilere sağladıkları
haklar bakımından taban tabana zıttırlar. 1961
Anayasası, memurlar da dâhil olmak üzere
tüm çalışanların sendikal haklarını ve işçilerin
grev haklarını güvence altına alması açısından
ilktir. 1982 Anayasası ise sendikal hareketler ve
örgütlenme hakkı üzerine olan maddeleri ile,
sonraki dönemlerde Türkiye’de sendikacılığı,
ücret sendikacılığına indirgeyen ve oldukça
dar bir alana sıkıştıran bir içeriğe sahiptir. Bu
maddelere aşağıda yer verilmiştir:
(m.34) Dernekler, vakıflar ve sendikalar kendi
konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri
yürüyüşü düzenleyemezler.
(m.52) Sendikalar, siyasi amaç güdemezler, siyasi
faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerden destek
göremezler. Üyelerin aidatını ödeme şekli kanunla
düzenlenir ve sendikalar tüm gelirlerini devlet
bankalarında muhafaza etmek zorundadırlar.
(m.54) Grev ve lokavt hakkı iyi niyet kurallarına
aykırı tarzda ve milli servete zarar verebilecek
şekilde uygulanamaz. Grev ve lokavtların yasaklandığı ve ertelendiği durumlarda
ertelemenin sonunda uyuşmazlık Yüksek Hakem
Kurulunca çözülür. Grev ve lokavt, işyeri işgali, işi
yavaşlatma, verimi düşürme gibi tüm direnişler
siyasi amaçlı yapılamaz. Işıklı (1998: 371)’e göre bu
madde ile toplu pazarlık düzeninin yerini zorunlu
tahkim almıştır. 2822 sayılı Yasaya göre Bakanlar
Kurulu ulusal güvenlik ve genel sağlık gerekçesiyle
grevi erteleyebilir. Bu yetki, 1980 öncesindeki 275
sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu
ile Bakanlar Kuruluna verilen erteleme yetkisini
anımsatsa da önemli farkları içermektedir. Önceki
dönemde anlaşma sağlanmazsa grev ve lokavta
kalınan yerden devam edile biliniyordu. Yeni
düzenleme ile grevin konusu olan uyuşmazlık,
Yüksek Hakem Kurulu’na havale edilmekte,
böylece toplu pazarlık konusunda özgürce seçim
yapabilme engellenmiş olmuştur. Ayrıca iki
Anayasa arasındaki bir diğer önemli fark da 1961
Anayasasında yer alan devletin işsizliği önleme
hükmünün 1982 Anayasasında kaldırılmış
olmasıdır.
İşçi hareketi kapsamında bu dönem
gerçekleştirilen önemli grevler arasında, 2 Ekim
1984 Tuzla Tersanelerinde işçi arkadaşlarının
işten çıkarılmasını protesto eden işçilerin grevi,
1986 yılında Bağımsız Otomobil-İş Sendikasının
93 günlük grevi, 1989-1990 yıllarında Demir-Çelik
İşletmelerinin Karabük ve İşdemir Fabrikalarında
20 bin işçiyi kapsayan ve 137 gün süren grevi,
1989 yılında Türk-İş üyesi işçilerin 15 işkolunu
kapsayan 30 ilde sürdürdükleri Bahar Eylemleri
olarak literatüre geçen işi yavaşlatma, işe geç
başlama, toplu vizite, servis ve yemek boykotu,
oturma ve yolu trafiğe kapama, toplu boşanma
davası açma, işyeri işgali, çocukları evlatlık verme,
çıplak ayakla yürüyüş, ailece yürüyüş, açlık grevi,
tek kolla çalışma gibi farklı protesto biçimlerini
kapsayan eylemler bütünü sayılabilir (Çavdar,
2005: 203). Bahar eylemleri, tüm bu yeni protesto
biçimlerinin işçilerinin geliştirmiş oldukları özgün
yeni direniş biçimleri olması ve 1980 sonrasının
ilk kitlesel eylemleri olması açısından önemlidir.
1990’lı yılların ikinci yarısı ile birlikte grevler ve
toplu iş sözleşmeleri tekrar yoğunluk kazanmaya
başlamıştır. Bu durum, beklenen bir sonuçtur
çünkü 1980 sonrasında ortaya çıkan ücret
kayıpları, artan enflasyon oranları karşısında
işçiler ciddi geçim sıkıntılarına girmiştir. 1990
yılının başında 623758 işçinin toplu iş sözleşmesi
ile başlayan süreç, toplamda 300 bin işçinin
katıldığı grev dalgaları ile devam etmiştir (Yazıcı,
1996: 154-159). 1992 yılında İstanbul, Ankara,
Adana, İzmir, Trabzon’da 40 bin belediye işçisi
ücret uyuşmazlığı nedeniyle grev gitmişlerdir.
Grev halk sağlığının tehdit edildiği gerekçesiyle
sonlandırılmıştır. Belediyelerde taşeronlaşmanın
yaygınlaştırılması, eylemin sonlandırılması için
bir tehdit unsuru olarak kullanılmıştır. 1993
ikinci yarısından itibaren SEK, Sümerbank,
SEK, TEK, Et ve Balık Kurumu gibi kuruluşların
özelleştirilmek istenmesi ve taşeronlaşmayı
protesto etmek, ücret zammı isteğinde bulunmak
isteyen 600 bin işçi, grev gerçekleştirmiştir. 1995
yılında ise Karabük Demir Çelik Fabrikasının
özelleştirileceği kararı üzerine esnaf, öğrenciler,
siyasi partiler ve işçilerin dâhil olduğu protesto
eylemleri yapılmıştır. Eylemler 30 Mart 1995
günü, 1ytl bedelle fabrikanın işçilerin kendisine
devredilmesi ile son bulmuştur (Çavdar, 2005:
210). 1983-1995 yılları arasında ortaya çıkan bu
eylemler, 1980 öncesinde ideolojik alt yapısı da
olan işçi hareketlerinden farklıdır. İşçilerin yeni
eylem türlerini keşfetmeleri bakımından ise
oldukça önemlidir.
1980 sonrası uygulanan neo-liberal politikalarla
dünyadaki dalgalanmalara karşı savunmasız
hale getirilen Türkiye, 1994 ve 2001 krizlerinden
derinden etkilenmiştir. Krizlerden çıkış için
özelleştirmeye ağırlık verilmesi, devlet giderlerinin
ücretler ve sosyal haklar aleyhine düzenlenmesi,
IMF tarafından reçete olarak sunulmuştur.
Memurlar ve işçilerin bu politikalardan ortak
mağduriyeti, kalıcı bir platform etrafında ittifak
kurmalarına neden olmuştur. Demokrasi ve Emek
Platformu gibi yapılanmalar, 1980 ve 1990’lar
boyunca uygulanan yapısal uyum politikalarının
somut bir yansıması olan özelleştirme, özelleştirme
sonucunda işten çıkarmalar, emeklilik yaşının
yükseltilmesi, kayıt dışı istihdamın yaygınlık
kazanması, ücretlerin aşağı çekilmesi sonucunda
artan geçim sıkıntısı, işsizlik ve taşeronlaşmanın
artması ve aynı zamanda işçiler üzerinde bir korku
unsuru olarak kullanılmasının memurlar ve işçiler
cephesinde yarattığı genel hoşnutsuzluğa verilen
ortak tepkiler olarak değerlendirilebilir. 1995
yılında Ankara Tandoğan Meydanı’nda 100 bini
aşkın kişinin bir araya gelerek “Emeğe Saygı” adı
altında yaptıkları eylem ve sonraki adımında 300
bin işçinin iş bırakma eylemi bu genel hoşnutsuz
ortamının ürünleri olarak yorumlanabilir. Bu grev
dalgalanmaları 17 Ağustos 1999 depreminden
sonra sonlandırılmak durumunda kalmıştır.
SONUÇ
Türkiye’de bir sınıf hareketi olarak işçi hareketi,
özellikle 1980 sonrasında önemli derecede
gerileme yaşamıştır. 1980 sonrası tüm dünyada
uygulamaya konan neo liberal politikalar ise
bu gerilemenin tek sebebi gibi gösterilmeye
çalışılmıştır. Neo liberal politikaların tüm dünyada
sosyal güvence ve ücret bakımından emek
aleyhine hareket ettiği doğrudur. Özellikle 1970
sonrasında kapitalizmin yaşadığı birikim krizi,
emek maliyetlerini ve sosyal giderleri, azaltarak
aşılmaya çalışılmıştır. Merkez konumdaki ülkeler
emek maliyetlerini en aza indirmede çevre
ülkeleri çıkış yolu olarak görmüşlerdir. Bu süreç
beraberinde çevre ülkelerde, yenidünya sistemi
içinde kalmak isteyen ve birbiriyle rekabet
halinde olan yerli bir sermayenin ortaya çıkmasına
neden olmuştur. Yerli sermaye de benzer şekilde
emek aleyhine davranmayı bir çıkış yolu olarak
görmüştür.
Ücretlerin aşağı çekilmesi, taşeron
emeğin yoğun olarak kullanılması, geçici ve yarı-
zamanlı işin yaygınlık kazanması bu çerçevede
değerlendirilebilir. Ancak önemle belirtilmesi
gereken nokta, tüm bu dönüşümlerin günümüz
işçi sınıfı oluşumu ve onun direniş biçimleri
üzerinde tek belirleyici olmadığıdır. Türkiye’nin
özgül koşulları göz önünde bulundurulmadan
işçi sınıfı hareketinin anlaşılması oldukça
güçtür. Bu durumun en temel sebeplerinden
biri, sanayileşme ve işçileşme sürecinin,
Avrupa’dakinden hem yapısal hem de dönemsel
olarak çok daha farklı bir gelişme seyri yaşamış
olmasıdır Diğer bir sebebi hem sanayileşmenin
hem de işçileşmenin batıdakinden farklı olarak
devlet eliyle yaratılmış olmasıdır. Bu sebepleri
çoğaltmak mümkündür ancak çalışma sınırlılığı
tüm nedenleri tartışmaya olanak vermemektedir.
Türkiye’de işçi hareketinin günümüzdeki
sınırlılığını tarihsel bir bakışla sorgulamaya
amaçlayan bu çalışma, bu yola çıkış biçimiyle
Türk İşçi Sınıfı hareketinin de genel bir
değerlendirmesini yapabilme imkânı bulmuştur.
Öncelikli olarak Osmanlı’dan aktarılan miras
sorgulanmıştır.
Osmanlı’nın hem siyasal hem
ekonomik hem de sosyal bir takım yapısal
özelliklerinin, işçi sınıfı oluşumunu önemli
derecede sınırlandırdığı söylenebilir. Öncelikli
olarak Osmanlı sanayileşmeye geç girmiştir ve
işçiler genellikle saraya ait fabrikalarda istihdam
edilmektedirler. Bu durum işçilerde tebaa
kültürünün, sınıf bilincinin önüne geçmesine
neden olmuştur. Ayrıca köklü bir sanayileşmenin
olmadığı bir yerde bir sınıf olarak işçilerden
bahsetmek oldukça güçtür. Osmanlı’daki mevcut
olan lonca sistemi de bağımsız bir işçi sınıfı
oluşumu olumsuz yönde etkilemiştir. Özetle,
işçi hareketi ve sınıf oluşumu bağlamında
Osmanlı’dan yeni kurulan devlete cılız bir mirasın
devrettiği söylenebilir.
Savaştan büyük darbelerle çıkmış olan Türkiye
Cumhuriyet’i için öncelik hızlı bir yapılanma
sürecine içine girerek siyasal varlığını
güçlendirmek olmuştur. Bu sebeple cumhuriyetin
ilk yılları devletçi politikalar temelinde bir
sanayileşme süreci yaşanmıştır. Devlet eliyle
fabrika kurmak ve işçi istihdam etme geleneği
devam ettirilmiştir. Bu dönemde her türlü direniş,
kalkınma için tehlike görülmüş ve milli birliği
bozucu bir unsur gibi kabul edilmiştir. Tüm
bunların yanı sıra sanayileşmenin cılızlığı, kitlesel
bir işçi sınıfı hareketine imkân vermemiştir.
Çok partili döneme geçişle birlikte toplumsal
hareketlerin artması yönünde bir beklenti
sürecine girilmiştir. Bu beklentinin oluşmasında
seçim sürecinde CHP ve Demokrat Parti’nin
seçim propagandaları içinde yer alan vaatleri de
belirleyici olmuştur. Bu yıllar Türk-İş ve Disk’in
kurulması bakımından işçi sınıfı örgütlenmesi
açısından önemli yıllardır. Niceliksel olarak
sayıları artan işçilerin, eylem sayılarında da bir
artış olduğundan söz edilebilir. Özellikle 1961
Anayasa’sının işçilere sağladığı temel haklar,
işçi örgütlenmesi ve hareketlerinin artmasında
önemli derecede ivme kazandırmıştır.
1970’lerle birlikte tüm dünyada yaşanılan
ekonomik sıkıntılar, Türkiye’ye de yansımıştır.
Artan yoksulluğa paralel olarak işçi hareketlerinde
bir artış gözlense de, bu dönem 1980 askeri
darbesiyle sonlandırılmış.
Yeni yeni güçlenmeye
başlayan işçi hareketi, başlangıç noktasına
dönmüş, 1980 Anayasası ile daha önce elde
ettiği birçok hakkı geri kaybetmiştir. Bu dönemin
Türkiye işçi hareketi bakımından en ayırt edici
özelliği, sınıf hareketinin ideolojik temellere
dayandırılmış olmasıdır. Gene bu sebepten
dolayı, birçok sendika lideri ve işçinin, yargılanmış
olması, sonraki deneyimler, ürkütücü bir mirasın
devretmesine sebep olmuştur.
1980 sonrası neo liberal politikaların, Türkiye’de
24 Ocak Kararları ile uygulanmaya koyulması,
köylü, işçi, memur birçok kesimi derinden
etkilemiştir. Ücretler düşerken ve sosyal haklarda önemli gerilemeler yaşanmıştır. 1990’ların ilk
yarısına kadar kolektif eylemler oldukça sönük
geçmiştir. 1990’larla beraber emek platformu
gibi geniş yelpazeli hareketler olsa da işsizlik
ve taşeronlaşma, işçilere tehdit unsurları
olarak sunulmakta, işçi örgütlenmelerinin önü
kesilmektedir. Bu duruma yinelen ekonomik
krizler de eklenince, mevut koşullar karşısında
bir işe sahip olan işçiler, durumlarını tehlikeye
atmaktan kaçınmakta, koşulları kabullenmektedir.
Post fordist yapılanma ise işçilerin aleyhine
işleyen bu sürece, emeğin örgütlenme koşulları
bakımından imkân vermektedir.
Türkiye’de günümüz işçi sınıfı hareketinin
dinamikleri bu geniş bakış açısı etrafında anlam
kazanmaktadır. Çalışmanın sınırlılığı içinde bu
dönemlere ve bu dönemlerin sosyo ekonomik
yapılarına yer vererek, işçi sınıfı hareketinin oluşum
ve gelişim dinamikleri üzerindeki belirleyicilikleri
ile bağ kurulmaya çalışılmış. Günümüz işçi
sınıfı hareketinin gelişmesinde Osmanlı’dan
günümüze birçok etmenin birikimsel bir etkisinin
olduğu görülmüştür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder