TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ GELİŞİM SÜRECİ VE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE İŞÇİ HAREKETİ - Ders Kitabı Cevapları

Yeni Yayınlar

Haziran 27, 2015

TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ GELİŞİM SÜRECİ VE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE İŞÇİ HAREKETİ

Edit
 DERS KİTABI CEVAPLARINA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ! 
TÜRKİYE’DE İŞÇİ SINIFININ GELİŞİM SÜRECİ VE GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE İŞÇİ HAREKETİ


Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin günümüzdeki dinamiklerini, tarihsel bir bakışla tartışmayı amaçlayan çalışma, bu yöntemle sınıf hareketinin Osmanlı’dan günümüze geçirmiş olduğu dönemleri ele almıştır. Bu dönemler içinde sınıf hareketinin gelişmesine etkileyebileceği düşünülen siyasal, ekonomik ve toplumsal olaylar ele alınmıştır. Çalışmanın sonunda sınıf hareketi olarak, işçi hareketinin toplumsal diğer olaylarla doğrudan ilişkili olduğu sonucuna ulaşılmıştır.


CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDAKİ İŞÇİ HAREKETLERİ 
1920 ve 1930’lı yıllar Cumhuriyet rejiminin ve bir sistem olarak kapitalizmin Türkiye’de yerleşmeye başladığı yıllardır. Her iki sisteminden yerleştirilmesi yoğun alt yapı çalışmalarını gerektirmektedir (Savran, 1992 akt Akkaya, 2004: 141). Bu sebepten ötürü herhangi bir kaotik durum kesinlikle kabul edilmezdi. Sermaye birikimi önünde engel teşkil edebilecek olan her türlü girişim başından engellenmeliydi. Sınıf çatışmaları da bu bağlamda engellenmesi gereken durumlar olarak kabul edilmekteydi. Yeni kurulan devletin resmi ideolojisi olan “bütünleşmiş milli toplum ve sınıfsız bir bütünlük” hedefi içinde de sınıf çatışması kabul edilemez bir durumdu. Hatta Aydemir (1934: 5-10)’ya göre bu durum öyle noktalara ulaşmıştır ki Kurtuluş Savaşı öncesinde yabancı sermayeye karşı verilen ve milli mücadele ile özdeş görülen işçi hareketleri yeni kurulan devletle anlamını kaybetmiş, milli bütünleşme ideolojisi karşısında işçiler tam olarak ne yapacaklarını bilemez bir noktaya gelmişlerdir. Bu duruma, Osmanlı’dan devrolan miras da eklenince işçi hareketinin gelişebilmesi için zor sayılabilecek yıllar başlamıştır. Savaşın etkisiyle sınırlı sayıda olan sanayi işletmeler, son derece azalmıştır.1927 Sanayi Sayımı sonuçlarına göre sanayi işletmelerinin toplam sayısı 65,245, işçilerin sayısı ise 256,855’dir. Ancak işçilerin % 43’ü tarımda ve hayvancılıkta çalışmaktadır. İşletmelerin yapısına bakıldığında ise % 97’si 1-10 işçi çalıştırmaktadır. Yirmiden fazla işçi çalıştıran işletmelerin oranı ise sadece % 1,4’dür. Sanayinin toplam Milli hâsıla içindeki oranı %10’dur (Yavuz, 1998: 354-55). Cumhuriyet’in kurulmasını takip eden yıllardaki işçi hareketlerindeki gerileme ve sınırlılık bu belirsizlik ortamına bağlanabilir. İşçiler, sınıfsal bir çatışmayı girmeyi, zor bir savaş sonrasında kurulmuş yeni bir devlete ve milli bütünleşmeye bir ihanet olarak görerek bir bocalama süreci yaşamış olabilirler. Özellikli Türkiye’de işçi hareketlerinin tek parti dönemindeki yansımaları böylesi bir bakış açısı içerisinde anlam kazanabilir. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki işçi hareketleri genel olarak işçilerin çalışma koşullarına verdikleri tepkiler niteliğindedir. Sistematik bir sanayileşmenin olmadığı ve işçiliğin bir meslek olarak kurumsallaşmadığı Osmanlı Devletinin yıkılmasından hemen sonra kurulan yeni devlette çalışma hayatının nasıl olacağı üzerine bir belirsizlik olması doğaldır. 1927 yılında yürürlüğe giren “İş Kanunu Layikası” bu belirsizliği sermaye ve devlet lehine ortadan kaldırmayı hedefleyen bir çabanın ürünü olarak yorumlanabilir. Layika’da işçilerin günde 10 saate kadar çalıştırılmasına hatta acil bir durum olduğunda daha fazla bile çalıştırılabilecekleri yönünde ibareler bulunmaktadır. On beş işçiden az olan işletmeleri, ise bu kanun bağlamamaktadır. Böylesi bir durum o döneme kadar işçilerini sekiz saat çalıştıran işletmeler için oldukça mutluluk verici olmuştur. Buna karşın işçilerin aleyhine bir durumdur. Onbeş işçinin altında işçi çalıştıran işletmelerde nasıl bir uygulama yapılacağı ise oldukça belirsizdir. İşçiler, tepkilerini günlük siyasal bir gazete olan İkdam’a yazdıkları mektuplar üzerinden dile getirmişlerdir (İkdam, 28.04.1927 akt. Yavuz, 1998: 356-357):

1946-1960 ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE İŞÇİ HAREKETİ 
Dış ve içteki gelişmelerin etkisiyle 1946-1960 arasındaki çok partili dönem işçi hareketleri bakımından tek partili dönemden farklı geçmiştir. II. Dünya Savaşı’nın sonucunda bir taraftan tüm dünyada demokrasiye doğru eğilimler güçlenirken diğer taraftan ise savaşın neden olduğu ekonomik sıkıntılar etkili olmaya başlamıştır. Bu etkilerin Türkiye’deki yansımaları ise savaşın yarattığı ekonomik krizler sebebiyle halkın yaşadığı huzursuzluk bunun sonucunda da asker ve sivil bürokrasiden pay istemeleri şeklinde olmuştur (Yazıcı, 1996: 124). Bu genel çerçeve bağlamında işçilerin de kendi isteklerini demokratik bir düzlemde talep etmeleri beklenebilir. Özellikle 1946 sonrasında sanayileşmenin artması, işçi sayısında niceliksel bir büyümeye sebep olmuştur. Bir önceki döneme göre işçi hareketindeki canlanmada sanayileşme ve istihdamdaki artışın etkisinin büyük olduğu söylenebilir. Ancak 1940- 1950 yılları arasında sendikaların birçoğu önceki dönemlerden gelen işçi cemiyeti ve yardımlaşma sandığı olma özelliğini korur (Güzel, 1998: 405). Bu bağlamda işçi örgütlenmesinin kendi içinde bir sürekliliği olduğundan bahsedilebilir

1980 SONRASI İŞÇİ HAREKETLERİ 
1970 kriz ile birlikte dünyada yaşanılan sıkıntılara paralel olarak Türkiye’de ekonomi çıkmaza girmiş, devlet desteğine ve korumacılığına dayalı ithal ikameci modelin sorun teşkil etmeye başlamıştır. 24 Ocak Kararları, bu sıkıntılardan kurtulmak için uygulanacak alternatif bir modelin anahtarı olarak görülmüştür. 24 Ocak Kararları da bu yeniden yapılanmayı sağlayacak önlemleri içermektedir. Uluslararası sermayeye bütünleşebilmesi için öncelikli olarak ihracata yönelik olarak sermayenin yeniden yapılanması gerekmekteydi ve süreçte geçişin sağlanması emek sermaye çelişkisinin minimuma indirilmesi ve sermaye giderlerinin olabildiğince aşağı çekilmesine bağlıydı. Bu temel amaçlar doğrultusunda, 1961 Anayasası ile birlikte elde edilmiş hakların birçoğu 1982 Anayasası ile daraltılmıştır. Reel ücretlere dair düzenlemeler, Yüksek Hâkim Kurulu’na bağlanmıştır. İşçilerin örgütlenme haklarına getirilen sınırlandırmalar, işçilerin ücretleri bakımından köşeye sıkışmasına sebep olmuştur. 1961 ve 1981 Anayasaları yapılış şekli bakımından aynı olsalar da işçilere sağladıkları haklar bakımından taban tabana zıttırlar. 1961 Anayasası, memurlar da dâhil olmak üzere tüm çalışanların sendikal haklarını ve işçilerin grev haklarını güvence altına alması açısından ilktir. 1982 Anayasası ise sendikal hareketler ve örgütlenme hakkı üzerine olan maddeleri ile, sonraki dönemlerde Türkiye’de sendikacılığı, ücret sendikacılığına indirgeyen ve oldukça dar bir alana sıkıştıran bir içeriğe sahiptir. Bu maddelere aşağıda yer verilmiştir: (m.34) Dernekler, vakıflar ve sendikalar kendi konu ve amaçları dışında toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleyemezler. (m.52) Sendikalar, siyasi amaç güdemezler, siyasi faaliyette bulunamazlar, siyasi partilerden destek göremezler. Üyelerin aidatını ödeme şekli kanunla düzenlenir ve sendikalar tüm gelirlerini devlet bankalarında muhafaza etmek zorundadırlar. (m.54) Grev ve lokavt hakkı iyi niyet kurallarına aykırı tarzda ve milli servete zarar verebilecek şekilde uygulanamaz. Grev ve lokavtların yasaklandığı ve ertelendiği durumlarda ertelemenin sonunda uyuşmazlık Yüksek Hakem Kurulunca çözülür. Grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verimi düşürme gibi tüm direnişler siyasi amaçlı yapılamaz. Işıklı (1998: 371)’e göre bu madde ile toplu pazarlık düzeninin yerini zorunlu tahkim almıştır. 2822 sayılı Yasaya göre Bakanlar Kurulu ulusal güvenlik ve genel sağlık gerekçesiyle grevi erteleyebilir. Bu yetki, 1980 öncesindeki 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile Bakanlar Kuruluna verilen erteleme yetkisini anımsatsa da önemli farkları içermektedir. Önceki dönemde anlaşma sağlanmazsa grev ve lokavta kalınan yerden devam edile biliniyordu. Yeni düzenleme ile grevin konusu olan uyuşmazlık, Yüksek Hakem Kurulu’na havale edilmekte, böylece toplu pazarlık konusunda özgürce seçim yapabilme engellenmiş olmuştur. Ayrıca iki Anayasa arasındaki bir diğer önemli fark da 1961 Anayasasında yer alan devletin işsizliği önleme hükmünün 1982 Anayasasında kaldırılmış olmasıdır. İşçi hareketi kapsamında bu dönem gerçekleştirilen önemli grevler arasında, 2 Ekim 1984 Tuzla Tersanelerinde işçi arkadaşlarının işten çıkarılmasını protesto eden işçilerin grevi, 1986 yılında Bağımsız Otomobil-İş Sendikasının 93 günlük grevi, 1989-1990 yıllarında Demir-Çelik İşletmelerinin Karabük ve İşdemir Fabrikalarında 20 bin işçiyi kapsayan ve 137 gün süren grevi, 1989 yılında Türk-İş üyesi işçilerin 15 işkolunu kapsayan 30 ilde sürdürdükleri Bahar Eylemleri olarak literatüre geçen işi yavaşlatma, işe geç başlama, toplu vizite, servis ve yemek boykotu, oturma ve yolu trafiğe kapama, toplu boşanma davası açma, işyeri işgali, çocukları evlatlık verme, çıplak ayakla yürüyüş, ailece yürüyüş, açlık grevi, tek kolla çalışma gibi farklı protesto biçimlerini kapsayan eylemler bütünü sayılabilir (Çavdar, 2005: 203). Bahar eylemleri, tüm bu yeni protesto biçimlerinin işçilerinin geliştirmiş oldukları özgün yeni direniş biçimleri olması ve 1980 sonrasının ilk kitlesel eylemleri olması açısından önemlidir. 1990’lı yılların ikinci yarısı ile birlikte grevler ve toplu iş sözleşmeleri tekrar yoğunluk kazanmaya başlamıştır. Bu durum, beklenen bir sonuçtur çünkü 1980 sonrasında ortaya çıkan ücret kayıpları, artan enflasyon oranları karşısında işçiler ciddi geçim sıkıntılarına girmiştir. 1990 yılının başında 623758 işçinin toplu iş sözleşmesi ile başlayan süreç, toplamda 300 bin işçinin katıldığı grev dalgaları ile devam etmiştir (Yazıcı, 1996: 154-159). 1992 yılında İstanbul, Ankara, Adana, İzmir, Trabzon’da 40 bin belediye işçisi ücret uyuşmazlığı nedeniyle grev gitmişlerdir. Grev halk sağlığının tehdit edildiği gerekçesiyle sonlandırılmıştır. Belediyelerde taşeronlaşmanın yaygınlaştırılması, eylemin sonlandırılması için bir tehdit unsuru olarak kullanılmıştır. 1993 ikinci yarısından itibaren SEK, Sümerbank, SEK, TEK, Et ve Balık Kurumu gibi kuruluşların özelleştirilmek istenmesi ve taşeronlaşmayı protesto etmek, ücret zammı isteğinde bulunmak isteyen 600 bin işçi, grev gerçekleştirmiştir. 1995 yılında ise Karabük Demir Çelik Fabrikasının özelleştirileceği kararı üzerine esnaf, öğrenciler, siyasi partiler ve işçilerin dâhil olduğu protesto eylemleri yapılmıştır. Eylemler 30 Mart 1995 günü, 1ytl bedelle fabrikanın işçilerin kendisine devredilmesi ile son bulmuştur (Çavdar, 2005: 210). 1983-1995 yılları arasında ortaya çıkan bu eylemler, 1980 öncesinde ideolojik alt yapısı da olan işçi hareketlerinden farklıdır. İşçilerin yeni eylem türlerini keşfetmeleri bakımından ise oldukça önemlidir. 1980 sonrası uygulanan neo-liberal politikalarla dünyadaki dalgalanmalara karşı savunmasız hale getirilen Türkiye, 1994 ve 2001 krizlerinden derinden etkilenmiştir. Krizlerden çıkış için özelleştirmeye ağırlık verilmesi, devlet giderlerinin ücretler ve sosyal haklar aleyhine düzenlenmesi, IMF tarafından reçete olarak sunulmuştur. Memurlar ve işçilerin bu politikalardan ortak mağduriyeti, kalıcı bir platform etrafında ittifak kurmalarına neden olmuştur. Demokrasi ve Emek Platformu gibi yapılanmalar, 1980 ve 1990’lar boyunca uygulanan yapısal uyum politikalarının somut bir yansıması olan özelleştirme, özelleştirme sonucunda işten çıkarmalar, emeklilik yaşının yükseltilmesi, kayıt dışı istihdamın yaygınlık kazanması, ücretlerin aşağı çekilmesi sonucunda artan geçim sıkıntısı, işsizlik ve taşeronlaşmanın artması ve aynı zamanda işçiler üzerinde bir korku unsuru olarak kullanılmasının memurlar ve işçiler cephesinde yarattığı genel hoşnutsuzluğa verilen ortak tepkiler olarak değerlendirilebilir. 1995 yılında Ankara Tandoğan Meydanı’nda 100 bini aşkın kişinin bir araya gelerek “Emeğe Saygı” adı altında yaptıkları eylem ve sonraki adımında 300 bin işçinin iş bırakma eylemi bu genel hoşnutsuz ortamının ürünleri olarak yorumlanabilir. Bu grev dalgalanmaları 17 Ağustos 1999 depreminden sonra sonlandırılmak durumunda kalmıştır.

SONUÇ 
Türkiye’de bir sınıf hareketi olarak işçi hareketi, özellikle 1980 sonrasında önemli derecede gerileme yaşamıştır. 1980 sonrası tüm dünyada uygulamaya konan neo liberal politikalar ise bu gerilemenin tek sebebi gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Neo liberal politikaların tüm dünyada sosyal güvence ve ücret bakımından emek aleyhine hareket ettiği doğrudur. Özellikle 1970 sonrasında kapitalizmin yaşadığı birikim krizi, emek maliyetlerini ve sosyal giderleri, azaltarak aşılmaya çalışılmıştır. Merkez konumdaki ülkeler emek maliyetlerini en aza indirmede çevre ülkeleri çıkış yolu olarak görmüşlerdir. Bu süreç beraberinde çevre ülkelerde, yenidünya sistemi içinde kalmak isteyen ve birbiriyle rekabet halinde olan yerli bir sermayenin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Yerli sermaye de benzer şekilde emek aleyhine davranmayı bir çıkış yolu olarak görmüştür. 

Ücretlerin aşağı çekilmesi, taşeron emeğin yoğun olarak kullanılması, geçici ve yarı- zamanlı işin yaygınlık kazanması bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak önemle belirtilmesi gereken nokta, tüm bu dönüşümlerin günümüz işçi sınıfı oluşumu ve onun direniş biçimleri üzerinde tek belirleyici olmadığıdır. Türkiye’nin özgül koşulları göz önünde bulundurulmadan işçi sınıfı hareketinin anlaşılması oldukça güçtür. Bu durumun en temel sebeplerinden biri, sanayileşme ve işçileşme sürecinin, Avrupa’dakinden hem yapısal hem de dönemsel olarak çok daha farklı bir gelişme seyri yaşamış olmasıdır Diğer bir sebebi hem sanayileşmenin hem de işçileşmenin batıdakinden farklı olarak devlet eliyle yaratılmış olmasıdır. Bu sebepleri çoğaltmak mümkündür ancak çalışma sınırlılığı tüm nedenleri tartışmaya olanak vermemektedir. Türkiye’de işçi hareketinin günümüzdeki sınırlılığını tarihsel bir bakışla sorgulamaya amaçlayan bu çalışma, bu yola çıkış biçimiyle Türk İşçi Sınıfı hareketinin de genel bir değerlendirmesini yapabilme imkânı bulmuştur. Öncelikli olarak Osmanlı’dan aktarılan miras sorgulanmıştır. 

Osmanlı’nın hem siyasal hem ekonomik hem de sosyal bir takım yapısal özelliklerinin, işçi sınıfı oluşumunu önemli derecede sınırlandırdığı söylenebilir. Öncelikli olarak Osmanlı sanayileşmeye geç girmiştir ve işçiler genellikle saraya ait fabrikalarda istihdam edilmektedirler. Bu durum işçilerde tebaa kültürünün, sınıf bilincinin önüne geçmesine neden olmuştur. Ayrıca köklü bir sanayileşmenin olmadığı bir yerde bir sınıf olarak işçilerden bahsetmek oldukça güçtür. Osmanlı’daki mevcut olan lonca sistemi de bağımsız bir işçi sınıfı oluşumu olumsuz yönde etkilemiştir. Özetle, işçi hareketi ve sınıf oluşumu bağlamında Osmanlı’dan yeni kurulan devlete cılız bir mirasın devrettiği söylenebilir. Savaştan büyük darbelerle çıkmış olan Türkiye Cumhuriyet’i için öncelik hızlı bir yapılanma sürecine içine girerek siyasal varlığını güçlendirmek olmuştur. Bu sebeple cumhuriyetin ilk yılları devletçi politikalar temelinde bir sanayileşme süreci yaşanmıştır. Devlet eliyle fabrika kurmak ve işçi istihdam etme geleneği devam ettirilmiştir. Bu dönemde her türlü direniş, kalkınma için tehlike görülmüş ve milli birliği bozucu bir unsur gibi kabul edilmiştir. Tüm bunların yanı sıra sanayileşmenin cılızlığı, kitlesel bir işçi sınıfı hareketine imkân vermemiştir. Çok partili döneme geçişle birlikte toplumsal hareketlerin artması yönünde bir beklenti sürecine girilmiştir. Bu beklentinin oluşmasında seçim sürecinde CHP ve Demokrat Parti’nin seçim propagandaları içinde yer alan vaatleri de belirleyici olmuştur. Bu yıllar Türk-İş ve Disk’in kurulması bakımından işçi sınıfı örgütlenmesi açısından önemli yıllardır. Niceliksel olarak sayıları artan işçilerin, eylem sayılarında da bir artış olduğundan söz edilebilir. Özellikle 1961 Anayasa’sının işçilere sağladığı temel haklar, işçi örgütlenmesi ve hareketlerinin artmasında önemli derecede ivme kazandırmıştır. 1970’lerle birlikte tüm dünyada yaşanılan ekonomik sıkıntılar, Türkiye’ye de yansımıştır. Artan yoksulluğa paralel olarak işçi hareketlerinde bir artış gözlense de, bu dönem 1980 askeri darbesiyle sonlandırılmış. 

Yeni yeni güçlenmeye başlayan işçi hareketi, başlangıç noktasına dönmüş, 1980 Anayasası ile daha önce elde ettiği birçok hakkı geri kaybetmiştir. Bu dönemin Türkiye işçi hareketi bakımından en ayırt edici özelliği, sınıf hareketinin ideolojik temellere dayandırılmış olmasıdır. Gene bu sebepten dolayı, birçok sendika lideri ve işçinin, yargılanmış olması, sonraki deneyimler, ürkütücü bir mirasın devretmesine sebep olmuştur. 1980 sonrası neo liberal politikaların, Türkiye’de 24 Ocak Kararları ile uygulanmaya koyulması, köylü, işçi, memur birçok kesimi derinden etkilemiştir. Ücretler düşerken ve sosyal haklarda önemli gerilemeler yaşanmıştır. 1990’ların ilk yarısına kadar kolektif eylemler oldukça sönük geçmiştir. 1990’larla beraber emek platformu gibi geniş yelpazeli hareketler olsa da işsizlik ve taşeronlaşma, işçilere tehdit unsurları olarak sunulmakta, işçi örgütlenmelerinin önü kesilmektedir. Bu duruma yinelen ekonomik krizler de eklenince, mevut koşullar karşısında bir işe sahip olan işçiler, durumlarını tehlikeye atmaktan kaçınmakta, koşulları kabullenmektedir. 

Post fordist yapılanma ise işçilerin aleyhine işleyen bu sürece, emeğin örgütlenme koşulları bakımından imkân vermektedir. Türkiye’de günümüz işçi sınıfı hareketinin dinamikleri bu geniş bakış açısı etrafında anlam kazanmaktadır. Çalışmanın sınırlılığı içinde bu dönemlere ve bu dönemlerin sosyo ekonomik yapılarına yer vererek, işçi sınıfı hareketinin oluşum ve gelişim dinamikleri üzerindeki belirleyicilikleri ile bağ kurulmaya çalışılmış. Günümüz işçi sınıfı hareketinin gelişmesinde Osmanlı’dan günümüze birçok etmenin birikimsel bir etkisinin olduğu görülmüştür. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder