Ortaçağ Felsefesi Nedir? Hakkında Bilgi - Ders Kitabı Cevapları

Yeni Yayınlar

Haziran 30, 2018

Ortaçağ Felsefesi Nedir? Hakkında Bilgi

Edit
 DERS KİTABI CEVAPLARINA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ! 

Ortaçağ Felsefesi Nedir? Hakkında Bilgi

Ortaçağ felsefesi nedir? Ortaçağ felsefesinin özellikleri, önemli filozofları, bu filozofların felsefeleri hakkında bilgi.


ORTAÇAĞ (SKOLASTİK) FELSEFESİ
Temel Özellikleri:

Ortaçağ Felsefesi Nedir? Hakkında Bilgi
Ortaçağ Felsefesi Nedir? Hakkında Bilgi

a) Ortaçağ felsefesinin ana rengi dinseldir. Felsefe, dinsel dünya görüşünün egemenliği altında, genellikle dinin hizmetindedir. Bir başka deyişle, din zaten evrensel doğruları vermiş olduğuna göre, yapılacak olan din dogmalarının (eleştirilmeden olduğu gibi inanılan şeyler) açıklanması, yorumlanması, uygulanmasıdır.

b) Ortaçağ felsefesi kendi içine kapalı bir sistemdir. Ortak dil Latince’dir (batıda). Ulusallık söz konusu değildir.

c) Filozoflar din adamlarıdır. Örneğin, Augustinus, Anselmus, Thomas aynı zamanda kilisenin de büyükleridir. Çünkü, dinin görüşleri ile felsefenin görüşleri ayrı ayrı şeyler olmadığına göre, bunlar birleştirilebilir, kaynaştırılabilir.

d) Otoriteler egemendir. Örneğin, bazı dönemlerde Aristo’nun bir takım görüşleri (dine uydurularak), bazı dönemlerde Platonun görüşleri etkili olmuştur.

a) Hristiyan felsefesine örnekler:

St. AUGUSTİNUS (354 – 430): Ona göre ilk günah, Adem’i sonsuz sıkıntılara düşürür ve cezalanmasına neden olur. Ama, ilk günahın mutlu bir sonucu da vardır: Kurtarıcı bu olaydan etkilenir. İnsanın üzerine yığılmış günahları kendi üzerine alır. Ancak, Allah, bütün zamanlar için kurtaracağı kişileri seçmiştir. Bu kişiler kendiliklerinden iyi şeyler yaparlar. Diğerleri, ne yaparlarsa yapsınlar yolları günaha gider. Bunlar sonsuza kadar lanetlenmişlerdir. Kısaca, “kurtuluş ancak Allah’ın bağışıyla olur, insanların çabası boşunadır.”

ANSELMUS (1033 – 1109): Proslogion adlı yapıtında şöyle bir akıl yürütmeyle Anselmus, ünlü “Tanrı İspatı”nı ortaya koyar. Allah eksiksizdir (tanım) Yokluk bir eksikliktir. Demekki Allah yok olamaz, yani vardır. Bu tann kanıtlaması daha Anselmus’un yaşadığı dönemde tartışmalara yol açmıştır. Örneğin, rahip Gaunilon “Okyanusun bir köşesinde bulunan zenginlik dolu bir mutlular adası düşünen kişi, zihninde bu adayı tasarlasa bile onun gerçeklikte de bulunduğunu ileri süremez” diyerek bu kanıtlamanın geçersizliğini ileri sürmüşse de, Anselmus bu eleştiriye karşı yazdığı eleştiride “düşüncede varolmaktan; gerçekte varolmaya geçişin sadece Allah için sözkonusu olduğunu ve tanımın geçerliliğinin yalnızca inanca dayalı olduğunu” belirtmiştir.

b) İslam felsefesinden örnekler:

EL KİNDİ: “Meşşai” akımının kurucusudur. Onu bu akımda Farabi ve İbn-i Sina izlemiştir. El Kindi, akılcıdır, tanrıyı akılla kanıtlamaya ve ona yaklaşmaya çalışmıştır. El Kindi, “Tümeller”i gerçek saymaz ve onları “iç düşünme”nin ürünleri olarak kabul eder. Ona göre, tümeller duyular şeyler değil, akılsal şeylerdir. Kindi aklı üçe ayırır: İnsan ruhu, eylem halinde akıl, kendiğili-ğinden ve sonsuz olarak işleyen akıl. İnsan ruhunda bulunan güç halindeki akıl bunların etkiliyle gelişip edinilmiş akıl olmaktadır. İnsan aklını oluşturan bu akıllar, tanrısal akıllardır.

El Kindi’nin önemli izleyicilerinden biri Farabi’dir (870 – 950)

Farabi

FARABİ: Buhara’da doğmuş, felsefeyle, doğa bilimleriyle, matematik ve müzikle uğraşmıştır. İslam müziğinin temellerini de attığı söylenen Farabi, aynı zamanda bir hekimdir. Çeşitli yapıtlarında Kur’anla Aristoteles felsefesini uzlaştırmaya çalışır. Bu nedenle Farabi’ye ikinci öğretmen (muallim-i Sani) de denmektedir. Ona göre, ilk neden, ilk varlık (tanrı) varlıkların en üstünüdür, öteki varlıklar gibi olanak halinde varolmamıştır hiç bir zaman, o öncesiz ve sonrasızdır. Ne maddedir, ne de maddesel dayanağı vardır. Onun varlığı maddeden ve biçimden bağımsızdır. Varolmasının hiçbir amacı yoktur. Kendinden başka her şeyden farklıdır, karşıtı yoktur. Varlığı tanımlanamaz. Hem bilendir, hem bilinendir, hem de bilgidir. Bunun için, bizim tarafımızdan ancak eksik olarak bilinebilir, çünkü bizim aklımızın gücü buna yetmez. İnsan maddeyle karıştığından, tanrıdan uzak kalmıştır, ancak maddeden tam olarak sıyrıldığında tanrıyı tam olarak kavrayabilir.

Farabi’ye göre, tanrının varlığı çeşitli biçimlerde kanıtlanabilir. Örneğin, evrende hareket ettirici şeyler vardır; hareket eden her şey hareketini bir hareket ettiriciden alır. Hareket ettirici de hareketliyse, o da hareketini başka hareket ettiriciden alır. Bu zincir sonsuza kadar gidemez. Demek ki, zincirin başında hareketli olmayan ama hareket ettirici bir şey vardır. O da tanrıdır. Bu ispatın kökü, Aristo’ya dayanmaktadır. Ayrıca Farabi’den sonra bu yol, Hristiyan İskolastiği’nde, 13. yüzyılda Thomas Aquinas tarafından da kullanılacaktır.



Farabi’ye göre insan, hayvansal yanlarını iradesi (istenç) ile yönetebilir. Bu açıdan, Farabi insanın seçebildiğini, ama yalnızca kendisi için olanaklı olanı seçebileceğini söyler. Dolayısıyla ona göre “özgürlük” olanaklı olanı isteme gücüdür.

İBN-İ SİNA: Buhara yakınlarında doğan İbn-i Sina’nın en önemli yapıtı “Kanun” adını taşır. (980-1037)

Aristoteles ve Plotinos’tan etkilenmiştir. Felsefesinde bu etkiler açıkça görülür.

İbn-i Sina yaşadığı dönemde batının tek hocası olmuştur. 12. yüzyılda çevrilen “Kanun”u batı üniversitelerinde temel kitap olarak uzun süre kullanılmıştır. Böylece batıda hem doğa bilimleri hocası olmuş, hem de batı felsefesinin en önemli kaynağı olmuştur. Özellikle, batı felsefesinde Al-bertus Magnus ve Thomas Aquinas İbn-i Sina’dan önemli ölçüde yararlanmıştır.

Ona göre, evrenin oluşumu, tanrı istencine bağlı olarak değil, zorunlu bir taşma (emanatio) biçiminde olmuştur (Plotinos etkisi). IV ‘ 1e saf olanaklılık taşıyan bir öğedir, bu biçı le de kendi başına bir varlığı yoktur, “yokluktur”, kötüdür.

Ona göre, Allah zorunluluktur. Eksiksiz akıldır. Allah, kendi üstüne düşünüp, kendisinin bilincine varınca buradan “birinci akıl” ortaya çıkar. Bu çıkma süreci, insan ruhunun ortaya çıkmasına dek sürer. Madde, ruhların dışında ve onlardan bağımsızdır. İnsan ruhu yaratılmıştır ama ölümsüzdür.

SÜHREVERDİ: (Maktül Sühreverdi): Otuz yaşında iken Halep’te bilgisini kıskananların dinsizlikle suçlamaları yüzünden Selahattin Eyyübi’nin buyruğuyla öldürülmüştür. Genç yaşta öldürülen düşünür, Platon’la tasavvufu birleştirmeye çalışır. Aslında tasavvufçu olmasına karşın, gerçeğe sözcük yorumlarıyla değil, düşüncesini yoğunlaştırarak varmaya çalışır.

Ona göre, felsefe bir sezgi işidir. Felsefe yapmak, peygamberlik yapmaktır. İnsan özvarlığını (nefsini) eğiterek, yavaş yavaş basamak basamak “ışık’a doğru yükselir. Her basamağın aydınlığı, insanı bir yukarı basamağın aydınlığına çeker. Böylelikle, “Işıklar ışığı = Allah’a ulaşır. Gerçek felsefe, mantık oyunlarına başvurmak değil, böylesine bir sezgi merdivenine tırmanabilmektir. Felsefe insanlara, bu yolu göstermede yardımcı olur. Sühreverdi, “Işık Heykelleri” adlı yapıtında bu yolları göstermeye çalışmaktadır.

İslam Felsefesi’nde “İman Felsefesi’nun kurucusu İmam Gazzali’dir (1058 – 1111). Gazzali, Meşşailik’e hücumları ve “Eş’arilik”i geliştirmesiyle tanınır.

GAZZALİ: İlginç görüşleri olmasına karşın, İslam Felsefesinin en gerici düşünürlerinden biridir. Tüm felsefe ve filozoflara düşman olan Gazzali’nin felsefenin batı dünyasına göç etmesinde büyük payı olduğu bilinir.

Ona göre, felsefe İslam Dini’nin düşmanıdır. Bu nedenle Gazzali, bildiği tüm felsefe akımlarını “Tehafüt el- Felasife” (Felsefenin Tutarsızlığı) adlı yapıtında eleştirir. Ona göre, örneğin, tanrının varlığını kanıtlamak için metafizikçilerin ileri sürdükleri tüm kanıtlar mantıksızdır, çünkü bu kanıtların tümü fizikseldir. Oysa metafizik fizikle açıklanamaz. Yine, ona göre, nedensellik ilkesi saçmadır; çünkü nedensellik ilkesi doğruysa tanrının istenci gereksiz olur. Bütün nesneler tanrı tarafından yaratılmıştır ve nesneler arasında zorunlu bir bağ yoktur.

Ona göre, en büyük bilgi bir anlık “sezgi” ile elde edilen mistik bilgidir. Bu bilgi, Allah’a bağlanma ile elde edilir. Bunun yolu ise ona göre; sessizlik, uykusuzluk, yalnızlık ve duadır.

İBN-İ RÜŞD (1126 – 1198): Felsefe yanında, hekimlik, astronomi ve hukuk konularıyla da ilgilenmiş olan İbn-i Rüşd’ün “Dinle Felsefenin Uzlaştırılması”; “Felsefecilerin Tutarsızlığının Tutarsızlığı” gibi yapıtları vardır.

Ona göre, bu evren bir rastlantı sonucu değil, bir yaratma sonucu ortaya çıkmıştır. Mevsimler, gece-gündüz, yağmur, toprağın ürün vermesi hep insanın varlığını sürdürmesi için vardır.

Ona göre, insan sadece görünenleri (fenomenleri) bilebilir. Neden ve sonuç bağlantısı sadece bir “alışkanlık”tır. (Bu bilgi anlayışı yeni çağda D. Hume tarafından da ileri sürülecektir.) Biz sadece fenomenleri (görünenleri) bilebiliriz, bunun ötesindeki nomen (akıllar dünyası)leri bilemeyiz, kavrayamayız. (Buna benzer bir ayrım, 18. y.y.da İ. Kant tarafından da ileri sürülecektir.)

Ona göre, dinde açıklananlar akla uygundur ve kanıtlanabilir. İbn-i Rüşd’ün en önemli katkısı, Aristoteles’i batı dünyasına yeniden tanıtmak olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder