Dünya'da ve Türkiye'de İlk Hapishane - Ders Kitabı Cevapları

Yeni Yayınlar

Mayıs 24, 2013

Dünya'da ve Türkiye'de İlk Hapishane

Edit
 DERS KİTABI CEVAPLARINA BURADAN ULAŞABİLİRSİNİZ! 

Dünya'da ve Türkiye'de İlk Hapishane
Ayrıntılar Üst Kategori: Tarih Kategori: Tarihte İlkler
 Dünya'da ve Türkiye'de İlk Hapishane
Hapishane tamamen modern bir kurumdur..1700lerin sonuna dek dünyanın hiçbir yerinde hapishane yoktu...

Hapishane tamamen modern bir kurumdur..1700lerin sonuna dek ne dünyanın hiçbir yerinde ne de Osmanlı’da hiç hapishane yoktu. Çünkü “mahbes” ile “hapishane” farklı şeyler. Mahbes, hapis fiilinin mekanıdır ve herhangi bir yer olabilir. Bir kule, bir kale, bir kuyu, bir zindan. Yani müstahkem, adamı zaptedeceğin herhangi bir yer. Ayrıca, hapis cezası gerek İslam hukukunda, gerek Batı hukukunda 18. yüzyılın sonuna kadar çok marjinal bir ceza. Genel olarak hapis, ceza değil; insanın asıl cezayı alana kadar tutulması işlemi. Bu yer de hapishane olmuyor. Bizde tersanedir, kaledir, zindandır mesela. İngiltere’de, Almanya’da da aynı şekilde. 
Ağırlıklı olarak bedene yönelik cezalar. Bu sadece bizde, İslam hukukunda var biliniyor, oysa 18. yy sonuna kadar İngiltere’de uçurumdan aşağı atma, kolunu bacağını kesme, kırbaçlama, boyunduruğa koyma, ata ters bindirme…
1774’de Hürriyet diye beyanname ilan ediliyor, devlet kuruluyor, kısa bir süre sonra meşhur Pensilvanya’da hapishaneler açılıyor. İki model var. Açıldıkları yerlere nispetle biri Auburn denilen model, öbürü Philedelphia modeli. Bunu kuranlar kim? Bir, burjuva hayır cemiyetleri. İki, Quakerlar denilen meşhur Protestan Hıristiyan grup. Tabii daha önce hümanist filozof Beccaria’nın Suç ve Ceza gibi yazıları var; bedene karşı cezaların gayri insani olduğunu ileri sürüp, cezayı insanileştirip rasyonalize edelim diyor bu. Tamamıyla bir aydınlanma projesi.Amerika’da Pensilvanya bölgesi de zaten aynı zamanda Amerikan aydınlanmacılığının merkezidir. Hümanizm, rasyonalizm, insan hakları… insani bir ceza oluşturalım deniyor. 
Hapishanenin İngilizcesi “penitentiary”dir, kökeni “penitence”dır, bu da tövbe demektir. Hatta Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinde bunu “nedamete mahsus hapishane” diye çevirmiş. Bunun kökeni ne? Manastır. Aslında modernitenin birçok kurumu, Hıristyan Katolik kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir.
Filozof Gilles Deleuze bunlara kapatma ve kuşatma kurumları diyor. Ne bunlar? Kışla, fabrika, hapishane, hastane, tımarhane, daha sonra da huzurevleri, darülacezeler filan. İnsanlar bu kurumlara kapatılıyor ve dönüştürülüyor. 
Katolik Hıristiyan felsefesi: Dünya, baştan çıkarıcıdır, günaha sevk eder, dolayısıyla bizim tekemmül etmemiz için vicdanımızla baş başa kalacağımız bir tecride ihtiyacımız vardır, diyor. Böyle bir tecrit fikri, İslam düşüncesinde yok. İslam, tabiata baştan çıkarıcı bir yer olarak bakmıyor. Tabiata, dışarıdaki hayata meşru bakıyor. Katoliklik ise buna meşru bakmıyor. Modernliğin, aydınlanmanın iki şeyi ikame ettiğini söyleyebiliriz: İsa Mesih’i ve kiliseyi. Kilisenin yerine devlet, İsa’nın yerine insan konuyor. Bu, Nietzsche’nin üst-insanına kadar gidecek bir hikaye. İnsanın bir nevi tanrılaşması. O nedenle ben Karl Schimdt’in tezine istinaden diyorum ki aslında aydınlanma düşüncesi bir seküler teolojidir. O buna siyasi teoloji diyordu. 
Hapishanenin mucitleri Protestan ve şöyle bir fikirleri var: Biz eğer suçluları alıp tek başına hapsedersek, suçlu vicdanıyla baş başa kalır ve bu süreç sonunda buradan normal bir vatandaş olarak çıkar. Bunun için de iki model var. Birinde, Philedelphia modelinde, gece gündüz tecrit var. Auburn modelinde ise mahkumlar gündüz beraber çalışıyorlar ama sessizlik esas, hiç konuşma yok; gece hücrelerine gidiyorlar yine. Şapel’e, ibadethaneye gittiklerinde bile, tek tek kabinlere kafalarını sokup dinliyorlar. 
Hapis cezası aslında aydınlanma iktidarının kendisinin bir şekilde terbiye edici mevkiye yerleştirmesi; kendisini önce kilisenin, sonra Tanrının yerine koyup insanları dönüştürme misyonunu üstlenmesinin ifadesi. Bu dönüşme de artık dünyevi amaçlar içindir. Yani itaat, uyum, sadakat yaratmak amaçlı. Ama başlangıçta Hıristiyan motifli bir seküler proje olarak ortaya çıkıyor. 18. yy sonunda mahbesleri düzenlemek için, Şerif Howard’ın öncülüğünde kanunlar çıkıyor İngiltere’de ve Pentonvile denilen bir hapishane yapılıyor. Bu hapishane de tıpkı ABD’dekiler gibi. İngiltere’de o zaman kadar bedene ceza var, gemilerde hapis var ya da Avustralya’ya gönderme var. Avustralya hikayesi de 19. yy sonlarına kadar kullanılacak. Avustralya bir hapishane adası. Kadim kültürlerde esas ceza sürgün ya da bedene ceza. Aslında insanların dünyayı mutlak mahbes olarak gördükleri bir yerde, bir de dünya üzerinde hapishane yapmak gibi bir fikirleri yok. İnsanın dünyaya gelişi zaten bir ceza, menfa, dünya bir sürgün yeri. Dolayısıyla iktidarda bulunanlar ceza olarak sürgünü veriyor. Veya Osmanlı gibi kalebentliği veriyor. Bir kaleye gidiyorsun, kale içinde yaşıyorsun. Ama bu sıkı bir tecrit değil; bir tür nezaret gibi. 
Batı’nın önerisi, dayatmasıyla. 1839’daki Tanzimat Fermanında Osmanlı devleti şu sözü verdi: Ceza infaz sistemimizi eşitlikçi hale getireceğiz, herkes kanun önünde eşit olacak, gayrimüslimler de. Daha sonra 1856’daki Islahat fermanında bu, yazılı madde olarak yer aldı. Ben, diyor devlet, mahbeslerimi (daha hapishane kelimesi yok) ıslah edeceğim. Bunun arkasındaki adam da, İngiltere’nin Osmanlı’daki güçlü Büyükelçisi Sir Stanford Canning. Canning bu işi bizzat takip ediyor. Londra’daki arşivde belgesi var: 1850’nin Kasım ayında Osmanlı’daki tüm mahbesleri konsoloslara gezdirmiş, yapılması gereken düzenlemelerin listesini çıkarmış. Gayrimüslimlerin durumu çok kötü, bu böyle gitmez diyor… Mesela kaloriferli bir hapishaneden söz ediyor. Ama daha henüz hücre tipi hapishaneler gündemde değil Osmanlı için önerisinde, çünkü bu bir akçe işi. Hücreli hapishane pahalı. Bugün bile öyle. İşte, F-tipi meselesi. Aslında bizimkilerin bugün F-tipi dediği, reform dediği şey tamamıyla yine -her konuda olduğu gibi- uluslararası kavramı mahallileştirilip ortaya sürmek. Kimse penitentiary demiyor buna, ama bal gibi o. Bizde bugün F-tipi diye ortaya sürülen, 18. yy sonunda Amerika’da, İngiltere’de yapılan şey. Ve bu model 1880lere gelindiğinde Avrupa’da terk ediliyor. Niçin? Çünkü bakıyorlar ki bu şekilde hücreye alınan insanlar sonunda ya akıl hastası oluyorlar, ya da çıkınca yine suç işliyorlar.
Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Görevlisi Gültekin Yıldız 'dan bazı notlar;

Hapishane konusuna girerken iki kavramı birbirinden ayırmak gerekiyor. Biri “mahbes”, diğeri “hapishane”. “Mahbes” bir şeyin yapıldığı yeri gösteriyor. Bu manada mahbes kişinin hapsedildiği yer olarak bir kale olabilir, Rumelihisarı’nda, Yedikule’de olduğu gibi; bir kule olabilir, 16. yüzyılda kullanılan Galata Kulesi gibi; bir zindan olabilir, bugün Tarih Vakfı’nın bulunduğu Baba Cafer Zindanı ya da Yedikule Zindanları gibi; kuyu olabilir, etrafı çevrilmiş herhangi bir yer olabilir. “Mahbes” –bir kişinin hapsedildiği yer– çok eski tarihlerden, eski Mezopotamya ya da Antik Yunan ve Roma’dan beri var. Erken dönem İslam tarihinde de, Avrupa tarihinde de bunlara rastlıyoruz. Ancak hapis cezasının bir ceza olarak verilmesine rastlamıyoruz. O dönem, bir insanı hapsetmek sadece iki nedenle oluyor: Ya borçludur, borcunu ödemeden ortalıktan kaybolmasın diye, nezarethane gibi bir işlevle hapsetme var; ya da kişiye bir ceza verilecek, o ceza verilene kadar bir mahkeme ya da yargılama süreci gerçekleşecek, işte o sürede kaçmaması için, tutukluluk gibi bir işlevle hapsetme söz konusu. 

Ancak hapsetmek bir ceza değil. Ne İslam hukukunda, ne Hıristiyan Batı hukukunda ne de Germen, Anglosakson örfî hukukunda böyle bir uygulama var. Hapishanenin tarihi 18. yüzyıl sonundan başlar. Bundan önce, daha çok bedene yönelik cezalar vardı. 18. yüzyılın sonuna kadar İngiltere’de teşhir amaçlı, recm, uçurumdan atma, ata ters bindirme cezaları vardı; Foucault’nun Hapishanenin Doğuşu’nda çok güzel tasvir ettiği, ibretlik, toplumu bir fiili yapmaktan alıkoymak için verilen cezalardı, bu yüzden bu cezalandırmaların topluma açık olması gerekir. Hapis cezasının ise böyle bir özelliği yok.

Ayrıca modern öncesi cezalarda, 18. yüzyıldan sonra ortaya çıkan hücre tipi hapishanede gördüğümüz kişiyi değiştirmek, onun bütün hareketlerini kontrol etmek, davranışlarını yeniden yapılandırmak, onu rehabilite etmek, ona bir kısım düşünce kalıpları benimsetmek gibi bir anlayış yok. Bugün baktığımız zaman bedene yönelik cezalar bize çok daha ağır, gayrı insanî cezalar gibi gelebilir –ki bana da öyle geliyor– ama şunu mutlaka sormamız gerekiyor: Bir insana kırbaçla vurmak mı daha büyük ceza yoksa (1780’lerden sonra, ilk başta Kuzey Amerika ve İngiltere’de göreceğimiz, daha sonra 19. yüzyılın ortalarında bütün Batı Avrupa’ya yayılan) bir hücreye koymak, tecrit etmek ve onu diğer tüm insanlardan uzaklaştırmak, hapishane içerisinde konuşmasını yasaklamak, günün belli saatlerinde atölyelerde zoraki çalışmaya tabi tutmak, gece hücresinde “vicdanıyla baş başa kalmaya” maruz bırakmak mı daha büyük ceza? Hangisinin daha ağır ceza olduğunu iyi düşünmemiz gerekiyor, çünkü modern hapishanesinin kuruluş efsanesi dediğim şey, hep bedenî cezaları ön plana çıkarır. Yani modern hapishane temiz olan, düzgün olan yerdir; daha önceki zindan ise, karanlık, pis, sağlıksız olan yerdir. Diğer bedenî cezalar ağır, gayrı insanî cezalardır. Dolayısıyla bu haliyle modern hapishane bütün bu Ortaçağ ya da modern öncesinin şiddetli, barbarik tarafını ortadan kaldırdı. Elbette bu kısmen doğru, yani biz moderniteyi eleştirelim derken eğer modern öncesini bütünüyle bir cennetmiş gibi tasvir edersek, orada da yapılan gayri insani işleri de meşrulaştırmış oluruz. Bu iki şeyi siyahla beyaz gibi ayırmak noktasında bir endişem var; moderni beyaz, modern öncesini siyah olarak gördüğümüz ve bunu aşmak için postmodernite denen gene kendi içinde problemler barındıran bir düşünce biçimine girdiğimiz zaman, bu problemleri çözebileceğimizi düşünmüyorum. 

18. yüzyılın sonunda, bugünkü hapishanenin kökeni olacak kuruma rastladığımız yer İngiltere. İngiltere’de bu işi başlatan Sheriff Howard. Dindar, püriten bir ailenin çocuğu. İlk başta İngiltere’de, “jail”leri, zindanları dolaşıyor. 1770’lerde İngiltere’de zindanlarda kalabalık var, çok kötü bir koku var, diye tarif ediliyor. Zindan humması denen, tifo benzeri bir hastalık var. Geldiği zaman mahkûmların çoğunu öldüren hastalıklar. Tekrar söylemek gerekirse o dönem İngiltere’de esas olarak ya bedene yönelik cezalar ya da sürgün var. Sürgün de iki yere oluyor; ya Avustralya’ya ya Amerika’ya. Amerika bağımsızlığına kavuştuktan ve Amerika’ya sürgünler durduktan sonra dikkatler bir anda hapis cezasına yöneliyor. İlk başta Thames nehri üzerindeki gemiler bir tür yüzergezer hapishane gibi, zindan gibi kullanılıyor. Fakat modern hapishanenin ve diğer bütün modern kurumların da babaları, Aydınlanma düşüncesi ve Protestanlıktır. Püriten bir zihniyete sahip, insanî amaçlı eğitim, sağlık, ceza konusunda faaliyet gösteren Protestan cemiyetler ve Aydınlanma felsefesi yani rasyonalizm çerçevesinde, toplumda kötü giden şeyleri iyileştirme, suçluların maişetinin sağlanmasından sanayi ve bilimi teşvike kadar çeşitli alanlarda hareket eden, reformist burjuva cemiyetler, ki bunların Fransa’da, İngiltere’de ve 18. yüzyılın sonlarında Rusya’da ortaya çıktığını görüyoruz. Bunların öne çıkardıkları şey, “penitentiary” denilen kurum. Penitentiary ilginç bir kelime, çünkü İngilizce’de penitence kelimesi ‘tövbe’ demek. “Penitentiary” Redhouse’un ilk İngilizce-Türkçe lügatında, 1880’lerde, “tövbeye mahsus hapishane” diye çevrilmiş. Bu ne demek? Aslında “tövbeye mahsus hapishane”, bugün bizim F tipi diye kısmen gördüğümüz şey. (F tipi, 19. yüzyıldaki hücre tipi hapishaneyle tamamen aynı şey değil. Çünkü F tipinin içinde çalışma yok ve sistem bütün mahkûmlar için uygulanmıyor. Oysa penitentiary adi suçlular için de uygulanıyordu. ) Penitentiary’nin esas hareket noktası manastırdır. Manastırın amacı, insanı tabiattan ve onun baştan çıkarıcı, günaha sevk eden taraflarından tecrit etmektir. Penitentiary’nin de amacı, insanı iki şeyden tecrit etmek: sosyal ve fizikî çevresinden, diğer insanlardan. Amaç insanın kendi üstüne katlanıp düşünmesi, yani vicdanıyla baş başa kalması ve kendindeki “ahlâkî” kötüleri düzeltip iyileri ortaya çıkarması. Tabiî, manastır projesi teolojik ve dinî bir projeydi; 18. yüzyılda karşımıza çıkan ise seküler bir proje. Fakat Batı sekülaritesini ve modernitesini Hıristiyan ve Yahudi teolojisinden bütünüyle ayırmamız o kadar kolay gözükmüyor. Bunlar elbette Katolik kilisesinin resmî doktrinine ve 18. yüzyıldan sonra muhafazakâr Yahudiliğe karşı çıkan felsefî akımlar (ya da seküler Aydınlanma düşüncesine genel olarak ‘bir felsefi akım’ diyelim). Fakat karşı çıktıkları şeyleri çoğu kez bir başka formda tekrar yaşatıyorlar. Yani, Lenin’in bir lafı vardır: “Ancién Regime’i [Fransa’da 1789 Devrimi öncesi rejim – dn. ] yıkabilirsiniz, ama içinizde bir ceset olarak yaşamaya devam eder ve sizi zehirler”. Şimdi siz devrim yapabilirsiniz ve bir düşünce kalıbını veya belli bir kurumu değiştirdiğinizi sanabilirsiniz, ancak zihnî kalıplarınızı değiştirmeniz o kadar kolay değildir. Dolayısıyla başka bir çerçeve içinde o zihnî kalıbınız devam eder. Diyelim ki Osmanlı’da saltanatı kaldırırsınız, ama bu, merkezî iktidarın buyurganlığını ortadan kaldırdığınız anlamına gelmez. Burada da, siz manastırı kaldırabilirsiniz ama kurduğunuz kurumlar da manastırı andırabilir. Aradaki fark şöyle: birinde tanrıyla kul arasındaki ilişkinin yeniden tesisi söz konusuyken, diğerinde devletle vatandaş olarak yeniden tanımlanan, kitlenin ferdi arasındaki ilişkinin yeniden tesisi söz konusu. Hobsbawn’ın tarifiyle hapishane, Foucault’nun analizini de eklersek okul ve kışla, aslında iyi vatandaş üretme çiftliğidir, diyebiliriz. Foucault, bunların hepsinin nizamnamesi birbirine benzer der, yani çocuğun okula da gitse, bir mahkûm olup hapishaneye de girse, asker adayı genç olarak kışlaya da girse, bir hasta olarak hastaneye de girse, bir nizamnameyle karşılaşıyor ve bu nizamname onun iki şeyini kontrol altına almak istiyor: birincisi fizikî davranışlarını, ikincisi düşünme şeklini. Zaten fizikî alanı kontrol ettiğiniz zaman belli oranda kişinin zihnini de kontrol edeceğiniz şeklinde bir düşünce var. Dolayısıyla 18. yüzyılın sonunda penitentiary, püriten teşekküllerle burjuva cemiyetlerinin tohumunu birlikte attıkları, daha sonra bu ikisinin de tasfiye olup merkezî iktidarların kullandığı kurumlar oluyor. Ne gariptir ki bunun da ilk uygulandığı yer İngiltere değil, Amerika oluyor; yani demokrasiyle modern hapishane aynı topraklarda ve kardeş olarak doğuyor. Buna da modernitenin diyalektiği diyenler var. Yani modernite ne kadar özgürleştirirse o kadar hapseder. Biz Amerika’yı kuruluş bildirgesi olarak gördüğümüz zaman, bugün nüfusunun yüzde 1’inin hapiste olmasını açıklayamayız. Bugünkü mahkûm nüfusuyla modern hapishanenin ilk olarak burada açılması birbirinden kopuk değil. Açılan iki model hapishane var. Biri Pennsylvania modeli. Pennsylvania, Philedelphia hem Amerikan Aydınlanmasının merkezi hem de Amerikan püritenliğinin merkezlerinden biri. Bir taraftan Fransız deizminin Amerikan topraklarına girdiği yer, bir taraftan da Protestan, püriten teşekküllerinin en faal olduğu yer. Zaten bu hapishane projesinin de arkasında bugün de faal olan bir Protestan tarikatı olan Quakerlar yer alıyor. Sert olan Pennsylvania modeli, mahkûmların gece ve gündüz tamamen hücrede tecridine dayanıyor. Mahkûmlar birbirleriyle hiç temas etmiyor. Sürekli bir sessizlik ve yalnızlık içinde, onlardan “suç” diye tarif ettikleri davranış kalıplarını değiştirmeleri bekleniyor. Nasıl ki Hıristiyanlıkta insanın doğuştan günahkâr olduğuna ve kendilerini temizlemeleri gerektiğine bir atıf vardır, bugün hâlâ bizim tatbikî ve nazarî ceza hukuku kitabında, Lombrosso’nun fikirlerine hiçbir tenkit olmadan atıf yapılıyor. Bu Lombrosso bir İtalyan hapishane doktoru, hapishanelerde araştırma yapıyor ve en sonunda “İnsanların kafatası ölçüleriyle suça meyilleri doğrudan alakalıdır” diyor. Bu neye dayanıyor? Amerikan hapishanelerinde çoğunlukla zenciler ve Kızılderililer var ve bunları “suç”a iten sosyoekonomik sebepler var. Sen bunları görmezden gelip, “Zencilerin dolikosefal kafatası vardır ve doğuştan suça eğilimlidir; bunların ıslahı gayrı kabildir” dersen, “İdam cezasını yeniden koyalım” derler. 

İkinci model; mahkumların gündüz hiç konuşmadan beraber çalışıp gece hücrelerine döndükleri bir model. Latin Amerika ve Avrupa hapishane kurucuları tarafından bu ikincisi daha çok tercih ediliyor. 

Şimdi Osmanlı hapishanesine bir geçiş yapalım. Arada üç fark var. Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde, 2000 yılına kadar burada hiç hücre tipi hapishane yapılmadı; buradaki hapishanelerin tarihinde hiç devlet dışı bir kuruluş görmüyoruz ve başka yerden bir hapishane modeli ithaline hiç girişilmemiş. Dolayısıyla Osmanlı ve Türkiye hapishanesinin tarihindeki en büyük kırılma 2000 yılındakidir. Bu kırılma İstanbul’a takılan kameralarla aynı çerçevede mütalaa edilmelidir. Çünkü ben, Türkiye’de, toplumsal alana bu derece müdahale eden, onu bu derece dönüştürmeye ve yeniden tanzim etmeye çalışan bir ceza sisteminin ve 18. yüzyıldaki manasıyla polisliğin (yani sadece şimdi sokakta gördüğümüz üniformalılar değil şehrin genel işleriyle ilgilenen anlamında) 2000 yılına kadar böyle etkili olduğunu düşünmüyorum. Son üç-dört senedir Türkiye’nin bütünüyle farklı bir yere doğru kaymakta olduğunu düşünüyorum. O yüzden bundan sonra karşılaştıklarımız tarihle değil doğrudan günün içindeki dünya ve Türkiye konjonktürüyle daha rahat açıklanacak şeyler. 

1850’lere kadar hapishaneler giderek bütün dünyada yaygınlaşmaya başlıyor. Bütün modern kurumlarda olduğu gibi hapishanelerin de ilk yaygınlaştığı yerler Kuzey Amerika ve Batı Avrupa. Ben şark-garp ayrımları yapmayı sevmesem de, Avrupa’nın doğusuyla batısını ve Avrupa’nın batısıyla Asya’nın batısını belli alanlarda birbirinden ayırmak zorundayız. Hapishanenin bu manada kurulduğu yerler, Weber’in tabiriyle Protestan ahlâkının yaygın olduğu, Marx’ın tabiriyle kapitalizmin neşvünema bulduğu yerler. Bu manada hapishaneyi kapitalizmin ferdiyle ilişkilendirmek mümkün. İşçi ahlâkına sahip bir alt sınıf yetiştirme merkezleri. Ama ben hapishaneyi kapitalizmle değil doğrudan iktidarla birlikte okuma taraftarıyım. Bu iktidar bizim karşımıza İngiltere’de daha çok bir şirket, bir sermaye gibi çıkabilir; Prusya’da, Osmanlı’da daha çok merkezî bir devlet olarak çıkabilir. Yani her yerde aynı şeyi görmeyi beklemememiz lazım. Prusya veya Osmanlı’da burjuva dediğiniz adam bir subaydır, ama bu İngiltere’de bir işadamı olabilir.

1850’lerde Latin Amerika’da veya benzer yerlerde, bir hapishane binasının, bir liman binasının veya bir okulun anlamı ne kadar modern bir toplum olduğunuzdur. Çünkü modern değilseniz sizi işgal ediyorlar. Dolayısıyla Latin Amerika’da hücre tipi bir hapishane açıldığı zaman (ki bunun modeli İngiliz faydacı düşünür Bentham’ın projesini çizdiği panopticon’dur. Yani bugün cam giydirme binalarda rastlanan, içerdekinin sizi görebildiği ama sizin içeriyi göremediğiniz yapılar. Metafizik manaya taşırsak bu, bir yeryüzü tanrısı, “omni potent”, yani her yerde her zaman hazır ve nazır bir iktidarın kafanızda canlanmaya başlaması açısından önemlidir. Çünkü sizi her zaman gözetlemiyorlar ama siz hep gözetlendiğinizi düşünüyorsunuz. Aynı bugünkü kameralar gibi. Bir defa gözetlendiğiniz hissini içinizde hissettiğiniz zaman hareketlerinizi ona göre düzenlemeye başlarsınız. ) Buenos Aires’te, Lima’da her hapishane açıldığında bir yabancı sefirler grubu çağırılıyor. 1870’de Sultanahmet’te ilk hapishane açılırken üç gün halka açılıp yabancılar çağırılıyor. Aynı F tipi denilen hapishanelerin açılışında olduğu gibi. 

Bu, işin çok kısaca doğuş hikâyesi diyelim. Bir not: 1870’lere gelindiğinde Fransa’da hücre tipi hapishane fikrinden vazgeçilmeye başlanıyor. Bunun en önemli nedeni mahkûmların arasında akıl hastalığı oranının giderek artması, ikinci nedeni de bunun ıslah edici bir özelliğinin olmaması. 

1840’ların 50’lerin Osmanlısı elinde parası olmayan, ama hem fizikî mekâna hem sosyal mekâna daha fazla müdahil olmak isteyen bir bürokratik iktidar barındırıyor. Fizikî tanzimden kasıt, en basit örneği, Fransa’daki Millet Bahçelerinden şeklinde düzenlenirken adı da Millet Bahçesi oluyor. Çünkü fizikî mekânı düzenlemeden şahıs hareketlerini kontrol etmek mümkün değil. Osmanlı’nın da önce askerî inşaat faaliyeti olarak, sonra yol yaparak, şehir plancılığıyla ilk yöneldiği bu. 19. yüzyılda elimizde kalan en büyük mahbes Kasımpaşa’daki tersane zindanı. Buraya ağır suçlular geliyor ve burada akşamları mahkûm kalıyorlar, gündüzleri de çalıştıkları varsayılıyor. Ama buraya 1858’de gelen ünlü İngiliz iktisatçısı Nassau şöyle bir tablo çiziyor: “İçeri girdik. Mahkûmlar güneşin altında sere serpe yatıyor. İngiltere’de bu mümkün değil. Aslına bakarsanız burada zindanlar daha insanî yerler. ”

1850’de İngiliz sefiri Canning bütün İngiliz konsoloslarına 30 soruluk bir sirküler gönderiyor ve Osmanlı mahbeslerinin iç işleyişini öğrenmelerini istiyor. Biz, Osmanlı mahbesleriyle ilgili ancak bu belgeler aracılığıyla fikir sahibi oluyoruz. Dolayısıyla çok sınırlı. Ancak 1850’lerde Osmanlı’da mahbes diye gördüğümüz, genelde hükümet binalarının bodrumundaki küçük ‘tomruk’lar. Bunlara tomruk denmesinin sebebi, eskiden mahkûmların ayaklarından ortadaki bir tomruğa bağlanmaları, yerlerin ismi de tomruk kalıyor. Buralarda bir kısım mahkûmun unutulduğunu görüyoruz. Yargılanmaları yapılmıyor. Mesela 1890’da Musul’da İbrahim adında biri var. 13 sene içeride unutulmuş ve sonunda iyi halden tahliyesine diye karar çıkıyor. Canning’in bu envanter çalışması sonrası söylediği şey şu: “Bu mahbesler rutubetli, pis, kalabalık yerler. Dolayısıyla sizin polise ve müstakil hapishanelere ihtiyacınız var”. Canning, bu manada bunu ilk talep eden kişidir: “Siz topraklarınızdaki azınlıkları, gayrimüslimleri yargılamak istiyorsanız, böyle kurumlar gerek”. Suç işleyen azınlıklar İngiliz elçiliğine sığınıyor ve onlar da geri vermek istemiyor. Osmanlı bürokrasisinin de bugünkü TC bürokrasisiyle aynı olan bir tavrı vardır; siyasî ve adlî bağımsızlık konusunda çok hassastır, ama iktisadî bağımsızlığa pek önem vermez. Dolayısıyla diyorlar ki: “Eğer biz böyle binalar yapmazsak muhakeme noktasında hükümranlığımız elimizden gidecek. Onun için bu binaları yapalım”. Fakat karşımıza çıkan binalar hep tek katlı, küçük, taş, kâgir binalar. Bunlar da ianeyle yapılıyor çoğunlukla. Yani hem para yok ayran içmeye… Kısacası, bunları çok fazla büyütüp de bir sosyal kontrol aracı olarak görmek mümkün değil.Ayrıca anlaşıldığı kadarıyla bunun içindeki hayat daha önceki zindandan pek farklı değil. Ben belgelerde hapishane tabirinin ilk kez 1846’da kullanıldığını ve müstakil binaların yapıldığını gördüm. Ama bunlar hep koğuş tipi, gardiyan problemi var, bütçe tahsisi yok, mahkûmların üniformaları yok. Farklı dinden mahkûmlar hep beraberler, hatta ilk başta kadınlar ve erkekler de beraberler, kadınlara daha sonra ayrı yerler tahsis ediliyor. Mesela bir ev kiralanıyor, ev sahibi de gardiyan oluyor. Modernitenin bütün kurumları gibi suni bir kontrol mekanizması kurabilmeniz için nakde ihtiyacınız var. Osmanlı’nın batıdaki gibi bir manastır penitentiary’si kurma gibi bir derdi yok. Temel dertleri şu: “Biz ne yaparız ki bu İngilizler bizi rahat bırakır? İnşaat mı yapacağız, tamam yapalım.” Ama paraları olsa belki üniforma da giydirecekler…

Buralarda, mahkûmların arasındaki ilişkiler (yerel iktidar odakları anlamında) dışarıda nasılsa aynen devam ediyor. Yani hapishaneyi sadece idare veya merkezî iktidar yönetmiyor; hatta denebilir ki, en az bunlar yönetiyor. Bence hapishane tarihinin Foucault’ya meydan okuduğu yer de burası. Foucault’nun hapishane modelini okuduğunuz zaman daha ziyade nizamname merkezli bir resme sahip olduğunu görüyoruz. Yani bugün hangi devlet dairesine giderseniz gidin, bir nizamname vardır. Şu, burada sigara içmek yasaktır yazıları buna iyi bir örnek. İktidar onu asarak kendince bir tatmin bulur, reayası da altında sigara içerek. Sadece Osmanlı hapishanelerinde değil Fransız hapishanelerinde de yönetimin mahkûmların elinde olduğu ortaya çıkıyor son dönemde. Hapishane içerisinde bir alt kültür var. Kısaltmalara dayalı dil ve dövmeler bunun örneği. Osmanlı’da da durum farklı değil. İki örnek vereyim: “mahpushane” kelimesine ilk olarak 1871 tarihinde rastlıyoruz. Bu kelime, o zamanki mahkûmların yazdıkları bir dilekçede geçiyor. “Hapseden”le “hapsedilen” arasındaki bakış farkı burada ortaya çıkıyor. Refi Cevat hatıralarında bir hapishane tasviri yapıyor: eğer bir müfettiş hapishaneyi ziyarete gelecekse, hapishane müdürü içerideki mahkûmlara haber veriyor ve barbutlar, zarlar, esrarlar kenara kaldırılıyor, müfettiş gittikten sonra da hayat aynen eskisi gibi devam ediyor. 

Kapalı mekâna girmek Osmanlı tebaası için zor bir şey. Aynı tebaa, fabrikada çalışmak da istemiyor. 1910’lara kadar, açılan fabrikalara kimse girmek istemiyor. Onun yerine liman işçiliği ya da benzer sezonluk işlerde çalışıyor, geri kalan zamanda köye dönüp tarım ve hayvancılıkla uğraşıyorlar. Şimdilerde ise Anadolu’da nereye gitseniz köylülerin “fabrika, fabrika” diye bağırdığını görüyoruz. 

1870’te Sultanahmet’te ilk “model” hapishane açıldığında Basiretçi Ali Efendi adlı gazeteci, Basiret gazetesinde hapishane için “çok temiz, çok düzenli, çok hijyenik (Osmanlı bürokrasisinde hijyen saplantısı o dönemde başlamış), muntazam ve mükemmel, güzel koğuşlar var, güzel atölyeler var” diye yazıyor. Altı ay sonra baktığında hapishanenin içi hiç de anlattığı gibi değil. Mahpuslar içeride kendine mahsus bir hayat kurmuş, atölyelerde çalışan yok. Tesisat yok, duvarlar dökülüyor. Bir kısım mahpuslar kaşıkla duvarı delip kaçtığı için demir kaşık yerine tahta kaşık veriliyor.

Hapishane reformu yapılacak diye, 1840, 1850 ve sonra da 1858’de ceza kanunları çıkıyor. Her ceza kanununda da daha fazla suç için hapis cezası verilmeye başlanıyor. Ama yeterli mahbes de yok. 1850’lerin sonunda Bosna’dan şöyle haberler geliyor, bir salgın hastalıkta içerideki 300 kişiden –ki bunun 250’si daha mahkemeye çıkmamış– 200’ü ölüyor. Osmanlı hapishane tarihi, her iktidarın kendi tarihi gibi, böyle birçok isimsiz insanın heba olmasıyla şekilleniyor. 

Bu isimsiz insanlara bir örnek de çocuklar. 1870’te İstanbul’da artan miktarda sokak çocuğu var. Muhtemelen artan göç ve savaşlarda ölen askerlerin yetim çocukları. Bunlar bir şekilde Babıali’yi rahatsız etmişler, toplanıp hepsi hapishaneye götürülmüşler. Bir koğuşa konulup başlarına da hoca veriliyor, ders görsünler diye. Burada ilk bakışta bir merhamet var gibi görünse de, çocukların kapalı bir yere kapatılması Osmanlı’da hiç görülmemiş bir şey. Bunların hepsi başı olan, ama ucu olmayan gayretler. 

Benim esas kafamı kurcalayan şey neden bu hapishaneler kurulduğunda kimsenin sesini çıkarmamış olduğu. Aynı 2000’deki gibi. 2000’de bile sadece çok küçük bir kısmın sesini çıkardığı düşünüldüğünde, o dönemin koşullarında dışarıda ses çıkmaması normal, diyebiliriz. Ama o zamanlarda hapishane içerisinde de çok fazla isyan görmüyoruz. Sadece birkaç defa kapıyı kırma girişimi ve bol sayıda firar var. Ama ne aydın kesiminden ne de halktan “nereden çıktı bu hapis cezası” laflarını duymuyoruz. 1870’ten sonra Namık Kemal ve diğer Jön Türkler hapsedilmeye başlayınca (ki siyasî suçlularla adi suçlular asla aynı yere konmuyorlar, siyasî suçlular sadece kısa süreliğine hapiste kalıyor sonra sürgün ediliyorlar) hapishaneler hakkında bir şey yazmaya başlıyorlar. 

1880’den sonra hapishanelerin müdavimleri Anadolu’da Ermeniler, Trakya’da Makedonlar oluyor, yani şiddet kullanan siyasî militanlar. Hapishaneler de inanılmaz kalabalıklaşıyor. Ondan sonra da sık sık aflar çıkmaya başlıyor. Ancak bu af da, 2000’de uygulanan af gibi “merhamete” dayalı bir af değil, hapishaneleri boşaltıp yeniden yapılandırmak için çıkarılmış bir af. İktidar muktedir olduğunu hem hapsederken hem de af ilan ederken gösteriyor. 

Bu tarihten sonra Batılı elçiler yoğun biçimde “hapishane yapın” yerine “var olan hapishanelerde yanlış uygulamalar var” şeklinde taleplerde bulunuyorlar. En rahatsız eden kısım ise, bu elçilerin sadece azınlığın haklarını korumaya yönelmesi. Hırsızlık suçundan hapiste olan ve beş senedir mahkemesi bitmeyen Ahmet Efendi (ki bunların sayısı hapishane nüfusunun üçte ikisi) hakkında hiçbir talep yokken, mevzu Ermeniler ya da Makedonlar olunca (ki elbette bunların da durumu hiç iyi değil) iş siyasî meseleye dönüyor. Bu açıdan, tarihte, Osmanlı hapishaneleri ve hapishane reformları, bunun uluslararası mesele olduğu tek örnek. 

1898’de ilk defa Abdülhamit hücre tipi hapishane projesi hazırlattırıyor. Projeyi hazırlayan Jasmus, aynı zamanda Sirkeci Garı’nı çizen mimar. Yani “Hazır Prusyalı mimar gelmiş, garı çizmiş, bir de bize hapishane çizsin”! Bunun adı “Yedikule Penitentiary Projesi”. Yapılacağı yer, şimdiki Yedikule. Yedikule, Osmanlıların ilk siyasî hapishanesi –veya mahbesi diyelim– Fatih orayı hapis manasıyla kullanmaya başladı. Abdülhamit’in projesinin de yapılacağı yer Yedikule. Bu bir tesadüf değil tabiî. Ancak tarihe olan muhabbetten de kaynaklanmıyor. Her reformist yapacağı yeni şeyi eski zarfın içine koyuyor. O eski zarfın içinde, doğabilecek sosyal tepkiyi azaltmaya çalışıyor. Siz Yedikule’nin içerisine bir penitentiary koyduğunuz zaman, “Bu bizde 500 senedir devam eden gelenektir” demiş oluyorsunuz. Dolayısıyla iktidarın tarih sevgisi, âdeti kırmak üzere değil yeni âdetler ihdas etmek üzere bir sevgidir. O yüzden Türkiye’de baktığınız zaman, Osmanlı’dan, Abdülhamit’ten pek hoşlanılmaz, hoşlanılması da gerekmiyor ama bütün devlet kurumlarının kuruluş tarihi 1880-1885. Marmara Üniversitesi’nin kapısında 1885 yazıyor. Danıştay öyle. 

Siz hem yeni bir devlet oluğunuzu iddia edeceksiniz, bir yandan da çok eski bir kuruluşuz, çok eskiyiz, çok güzeliz diye, Osmanlı’nın kurumlarına referans vereceksiniz. Bizim hapishane üzerine çalışmamızdan sonra, şu anki Hapishaneler ve Tevkifhaneler Genel Müdürlüğü de kendi tarihlerini öğrenip kuruluşunun 120. yılını kutlamaya kalkar diye korkuyoruz! 
Bu proje bir kez daha 1902’de gündeme geliyor. 400 tane hücrenin olacağı, kaloriferli, tam teşekküllü bir hapishane. Muhtemelen gerçekleşmiş olsaydı içine siyasî mahkûmlar koyulacaktı diye tahmin ediyorum. Çünkü oldukça pahalı bir proje. Fakat parasızlıktan yapılamıyor. Kuruluş efsanesine göre, yani elimizdeki resmî belgeye göre Abdülhamit gazetelere bakıyormuş –ki yabancı gazeteleri pek sever– orada hapishanelerin önünde muntazam tıraşlı tahtaları görmüş, “Bir tane de bizde olsun, ne güzel hapishane” demiş. Dolayısıyla böyle bir proje hazırlanmış. Modernizm tarihçileri, yani modern dönemde yapılan her kurumu bir iyiye gidiş, aydınlanma, karanlıktan ve zulümden kurtuluş projesi olarak gören ve kabul edenler bir tür bir efsaneyi benimseyip, bunu “Güzel bir hapishane yapıldı” şeklinde yorumluyorlar. Bu proje para olsaydı yapılacaktı, ama para olmadığı için yapılamıyor. Tam yüz sene sonra bu proje yapıldı. Yüz sene sonra bu hatırlandı, bunu yapanlar bilmiyorlar.
Ancak son cümle olarak şunu ilave edeyim, tarihi rasyonalize etmeyi seven biriyim. Hapishane ya da ceza ile ilgili reformların, benim adına bürokratizasyon dediğim dönemler içinde cereyan ettiğini gördüm, bu da bir büyük kriz sonrasında ortaya çıkar. Ya bir büyük savaş oluyor ya da o savaşlara bağlı olarak bir büyük kriz çıkıyor. Aslında üç-dört alanda reform yapıldı. İlk önce ordu alanında, hemen arkasından eğitimle ilgili bir reform yapıldı, hemen arkasından ceza kanunu ya da hapishaneyle ilgili bir adım atıldı. Dolayısıyla iktidar daha çok kriz konjonktüründe büyüyor. Yani en fazla zayıfladığı anda sosyal alana kollarını daha fazla açıyor. Bunda da temel aldığı alanlar, askeriye, eğitim ve hapishane. Türkiye’de 2000 yılındaki ceza infazıyla ilgili reforma baktığınız zaman, bundan kısa bir süre önce zorunlu eğitimin 5 seneden 8 seneye çıktığını görüyorsunuz, yine aynı konjonktürde bir tür askerî darbe olduğunu görüyorsunuz. Eğer siyasî merkezin aklına hapishane denilen şey ne zaman gelir diye sorarsak, yanıt, daha çok ‘sıkıntıya girdiği zamanlar, kriz sonraları’ olur. 1870’te yapılan hapishane Girit isyanından sonra gerçekleşti. 1846’da kurulan ilk Zaptiye Tevkifhanesi, 1843’teki askerî sistemle ilgili yapılan büyük değişiklikten sonra ortaya çıktı. 1897 Türk-Yunan Savaşı’ndan sonra da, Yedikule Projesi dediğim penitentiary hapishane projesi yapıldı.

Prof. Dr. Anthony GİDDENS 'den Hapisane ve cazalandırma üzerinie:


CEZALANDIRMA BİÇİMLERİNDEKİ DEĞİŞMELER

On dokuzuncu yüzyılın başına gelmeden, suçu cezalandırmak için hapsetme, ender olarak uygulanmaktaydı. Büyük küçük her kentte, yerel bir hapishane bulunmaktaydı, ancak bunlar olağan olarak oldukça küçüktüler ve üç ya da dört mahkumdan fazlasını alacak kadar geniş değillerdi. Bunlar, gece boyunca sarhoşların ayılması için ya da arada sırada suçlanan kişilerin mahkemelerini beklediği yerler olarak kullanılmaktaydı. Daha büyük Avrupa kentlerinde, büyük hapishaneler bulunmaktaydı; buralarda tutulan insanların çoğu, idamlarını bekleyen mahkumlardı. Bu kurumlar, on dokuzuncu yüzyılın başından itibaren kurulan çok sayıdaki hapishaneden çok farklıydı. Hapishane disiplini ya hiç yoktu ya da çok gevşekti. Kimi zaman idam edilecek olanlar zindana atılır ve gardiyanını ancak idama götürülürken görürdü; ancak daha yaygın olarak, hapishanenin çağcıl ölçülere göre kıyasla şaşırtıcı derecede özgür ve gevşekti. 

Bir suç tarihçisi olan Jonathon Atholl, Londra’daki ilk hapishanelerden birisi olan Newgate’deki yaşamı betimlemiştir. Bu hapishane, günün büyük bölümünde ziyaretçilerin eksik olmadığı gürültülü, canlı bir yerdi. 1790’da tutuklananlardan birisi, hapishanede bir balo vermişti; öyle görünüyor ki, pek de ender olmayan bir olay. “Öğleden sonra 4’te, keman ve flütler eşliğinde çay servisi yapıldı; bunun ardından davetliler soğuk yiyeceklerin sunulduğu akşam 8’e kadar dans ettiler. Parti hapishanenin genellikle kapandığı saat olan 9’da bitti.” (Atholl, 1954, s.66) On dokuzuncu yüzyıla kadar, suçlar için temel cezalandırma biçimleri, insanları zincirlemek, kamçılamak, kızgın demirle dağlamak ya da asmaktı. Bunlar genellikle halka açık olarak gerçekleştirilirdi ve seyircisi de çoktu. Kimi idamlar, binlerce kişiyi toplamıştır. Asılacak tutuklular, eylemlerini haklı gösteren ya da masum olduklarını iler süren konuşmalar yapabilirdi. Kalabalık tutukluyu, suçlanan savlarını nasıl değerlendiklerine bağlı olarak alkışlar, yuhalar ya da ıslıklardı. 

Çağcıl hapishanelerin kökenleri, daha eski zamanlardaki hapishane ya da zindanlarda değil, işliklerde yatmaktadır. İşlikler çoğu Avrupa ülkesinde, on yedinci yüzyıldan itibaren, feodalizmin çözüldüğün dönemde kurulmaya başlamışlardır; bu dönemde iş bulamayan pek çok köylü, serseri haline gelmişti. İşliklerde bulunanlara yemek verilmekteydi; ancak bu insanlar, zamanlarının çoğunu kurumda geçirmeye ve aşırı derecede çalışmaya zorlanmaktaydılar. İşlikler aynı zamanda, hastalar, yaşlılar, gelgit akıllılar ya da akıl hastaları gibi dışarıda hiç kimsenin bakımını üstlenmediği grupların da tutulduğu yerlere dönüştüler.

On sekizinci yüzyıl boyunca, hapishaneler, akıl hastaneleri ve hastaneler yavaş yavaş birbirinden ayrılmaya başladılar. Özgürlükten yoksun bırakılmanın suç etkinlikleriyle başa çıkmada daha etkili olduğunu düşünen reformcular, geleneksel cezalandırma biçimlerine karşı çıkmaya başladılar. Politik sistemin genelinde bireysel özgürlük ve haklar geliştikçe, cinayet en ciddi suç diye görülmeye başlanmıştı; çünkü bir başka kişiyi öldürmek, bireyin haklarına yapılan en önemli saldırıydı. Hapishanelerin, aklı başında disiplin ve uyum alışkanlıkları içinde suçluların eğitildikleri yerler oldukları düşünüldüğünden, giderek insanları halka açık biçimde cezalandırma uygulaması kaldırıldı.



HAPİSHANE VE AHLAKİ GELİŞME

Hapsetme, yanlış yapanları cezalandırmak ve vatandaşları onlardan korumak için kullanılan bir cezalandırma biçimidir. Ancak hapishane sisteminin altında yatan ilke, bireyi toplumun uyum sağlayan ve uygun parçasına dönüştürmek için yetiştirmektir. Hapishaneler, belirli süreler için hapsedilenler üzerinde böyle bir etki göstermekte midir? Kanıtlar, böyle olmadığını düşündürecek kadar güçlüdür. 

Mahkumlara artık genel olarak, bir zamanlar olduğu gibi fiziksel bakımdan –fiziksel kötü davranışlar, özellikle kadın hapishanelerinde, hiçbir biçimde ortadan kalkmamış ise de (aşağıda gösterileceği gibi)- kötü davranılmaktadır. Bununla birlikte, tutuklular başka türden pek çok yoksunluklar içindedirler. Yalnızca özgürlüklerinden değil, yeterli bir gelirden, aile ve eski dostlarıyla birlikte olmaktan, heteroseksüel ilişkilerden, kendi giysileriyle kişisel eşyalarından da uzaktırlar. Çokluk, aşırı kalabalık koşullarda yaşarlar ve gündelik yaşamlarını katı disiplin koşulları altında, sürü halinde geçirirler.

Bu koşullarda yaşamak , hapishanelerdeki tutukluların davranışlarını dışarıdaki toplumun normlarına uydurmalarını sağlamaktan çok, onların dışarıdaki toplumdan kopmasına yol açmaktadır. Tutuklular, dışarıdaki yaşamdan oldukça farklı olan bir çevreye uyum sağlamak zorundadırlar ve hapishanelerdeki öğrendikleri alışkanlıkların ve tutumların çoğu edinecekleri varsayılan alışkanlık ve tutumlara karşıttır. Örneğin, sıradan vatandaşlara kin duymaya başlayabilirler, şiddeti olağan bir şey olarak kabul etmeyi öğrenirler, azılı suçlularla, özgür kaldıklarında kullanacakları ilişkiler kurarlar ve daha önce hakkında pek az şey bildikleri suç becerilerini edinirler. Bu yüzden, sabıkalılık oranlarının –daha önce hapishanede yatmış olanların yasalara karşı gelmeyi sürdürmesi- rahatsız edecek kadar yüksek olması şaşırtıcı değildir. İngiltere’de hapis cezasını çektikten sonra serbest bırakılanlar bütün erkeklerin % 60’ından fazlası, ilk suçlarından sonraki dört yıl içinde yeniden tutuklanmaktadır. Gerçek yeniden suç işleme oranları, suç etkinliklerine geri dönenlerin bir bölümünün yakalanmamış olması yüzünden, olasılıkla bundan daha da yüksektir.

Hapishanelerin, tutukluları ıslah etmekte pek başarılı görünmüyorlarsa da, insanları suçtan uzak tutmayı başarıyor olmaları olanaklıdır. Hapishane yaşamının kötülüğü, bizzat hapiste yatanları suçtan caydırmasa da, ötekileri bundan alıkoyabilir. Burada, hapishane reformcularının karşısında, hemen hemen çözümsüz olan bir sorun bulunmaktadır. Hapishaneleri özenle kötü yerler haline getirmek, olasılıkla potansiyel suçluları caydırmaya yardımcıdır; ne var ki bu da, hapishanelerin ıslah etme hedeflerini gerçekleştirmelerini oldukça güçleştirmektedir. Ancak hapishane koşulları daha az kötü hale geldikçe, hapsetmenin caydırıcı etkisi de daha az olacaktır. 



HAPİSHANE KARŞITLARI VE HAPSEDİLMEYE KARŞI SEÇENEKLER

Bugün İngiltere’deki hapishaneler, öteki sanayileşmiş toplumların çoğunda olduğu gibi, çok kalabalıklaşmıştır. Hapsedilme, çoğunlukla tutukluları ıslah etmekte başarılı olmadığından, hatta belki de onlar üzerinde caydırıcı etkide bile bulunmadığından, suçla baş edebilmek için hapishanenin yerine geçecek seçenekler neden düşünülmesin? Değişik ülkelerde bir süredir kullanılan ya da kullanılması düşünülen birkaç seçenek vardır.

Bu seçeneklerden birisi, şartlı tahliye, ceza indirimi ve kefaletle tahliye biçimlerinde uygulanan, topluluk içinde gözaltında tutmadır.

Bir başka seçenek, bireyi tümüyle mahkemelerden uzak tutmak için düzenlenen programlara göndermede bulunan uzak tutmadır. Yine değişik ülkelerde kullanılan programların çoğu, birincil ya da önemsiz suçlara yöneliktir. Bir uzak tutma görevlisinin yardımıyla, suçlu sözkonusu eylemdeki sorumluluğunu kabul etmekle başlar ve sonra buna karşı neler yapılabileceğini planlar. Buradaki düşünce, suçluluk duygusunu azaltmak, vurulacak kötü damgayı ortadan kaldırmak ve olumlu bir ıslah edilmeyi planlamaktır.

Toplum hizmetinde çalışma; hapis cezalarının para cezasına çevrilmesi; para ya da hizmet cinsinden suçlu tarafından kurbana yapılacak ödeme; suçlu-kurban uzlaştırma programları, terapi toplulukları ve mahkumların belirli bir süreyi hapishane dışında geçirmelerine olanak sağlayan geçici izin belgeleri gibi başka pek çok olanak da bulunmaktadır. Kimileri, hapishanelerden tümden vazgeçilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Tarihsel olarak, daha önceden belirtildiği gibi, hapishaneler görece yeni buluşlardır ve kendi hedefleri bakımından hiçbir zaman iyi işlememişlerdir. Bununla birlikte, şu anda çoğu ülkenin çeşitli öteki seçeneklerle birlikte hapsetmeyi de kullanmayı sürdürme olasılıkları fazladır. (Vass 1990)



ÖLÜM CEZASI

Hapis cezasının, temel cezalandırma biçimi olarak benimsenmesinden bu yana, giderek artan bir biçimde tartışılır hale gelmiştir. İnsanları işledikleri suç için idam etmek, çoğu reformcuya barbarca gelmiştir. Dahası, ölüm cezasının uygulandığı yerlerde, kişinin yanlış biçimde suçlandığını gören kanıtlar ortaya çıkması durumunda, verilmiş olan yanlış kararı düzeltme olanağı yoktur.

A.B.D., ölüm cezasının halen uygulandığı belki de tek Batı ülkesidir. Aslında ölüm cezası 1972’de Yüksek Mahkeme tarafından kaldırılmış, ne var ki 1976’da yeniden yürürlüğe konmuştur. Bunun ardından, çok sayıdaki eyalette idamlar sürdürülmüştür. Her yıl ölüme mahkum edilen insanların sayısı artmaktadır, ancak şimdiye kadar temyiz ve öteki etkenler sonucunda gerçekte idam edilen kişilerin oranı sınırlı kalmıştır.

Kimi öteki ülkelerde, en azından belirli türden suçlar için (terörizm yada polis öldürme gibi)ölüm cezasının geri getirilmesi yönünde bir kamuoyu baskısı bulunmaktadır. İngiltere’deki kamuoyu yoklamaları tutarlı biçimde, nüfusun çoğunluğunun ölüm cezasının geri getirilmesini istediğini göstermektedir. Halktan pek çok kişi, idam tehdidinin potansiyel katiller üzerinde caydırıcı bir etkide bulunduğuna inanır görünmektedir, ancak bu düşünceyi destekleyen kanıtlar çok azdır ya da hiç yoktur. Ölüm cezasını bırakan ülkelerdeki adam öldürme oranları, önceki duruma kıyasla, göze çarpacak kadar yüksek değildir. A.B.D. ölüm cezasını korusa da, Amerika’daki adam öldürme oranlarının, sanayileşmiş dünyadaki en yüksek oranlar oldukları ortadadır.

Kuşkusuz, bu konudaki kamuoyunun gücü, ölüm cezasının caydırıcı bir etkisi olduğundan çok, cezalandırmaya yönelik tutumları yansıtıyor olabilir. İnsanlar bir başkasının canına kasteden kişinin aynı biçimde cezalandırılması gerektiğini düşünebilirler. Buna karşı bir görüş, toplumun vatandaşlarını öldürmesinin, suçları ne olursa olsun, ahlaki bakımdan yanlış olduğudur. Bu ikinci görüş, idamın caydırıcı olmaması ile birlikte, Batı yasa koyucularının büyük bölümünün dile getirdiği görüştür.



İDAM YÖNTEMLERİ

Yöntem: Elektrikli sandalye

Kullanıldığı yerler: A.B.D.’de on iki eyalet

Neler olur: Mahkum sandalyeye bağlanır. Başına ve bacaklarına elektrotlar yerleştirilir ve 1500-2000 volt elektrik veren düğme çevrilir.



Yöntem: Gaz odası

Kullanıldığı yerler: A.B.D.’de beş eyalet

Neler olur: Bir siyanür kapsülü, sülfirik asit dolu kaba daldırılır ve kurbanın sandalyesi altına konur. Ardından ölümcül gaz kapalı odaya dolar, kurbanda kasılmalara yol açar. 



Yöntem: İğneyle öldürme

Kullanıldığı yerler: A.B.D.’de otuz iki eyalet

Neler olur: Ölümcül nitelikteki kimyasal maddeler bedene zerkedilir; pek çok eyalet, mahkumu anestezi ile uyutmaktadır; daha sonra akciğerlerin işleyişini durduran bir kas gevşetici ve sonrada kalbi durduran son madde zerkedilir.



Yöntem: Asmak

Kullanıldığı yerler: Jamaika, Japonya, İran, Irak, Afganistan, Malezya, A.B.D.’de dört eyalet.

Neler olur: Boyuna bir ilmik geçirilir. Ayağın altındaki kapak açılır ve bedenin ağırlığı boynun üst omurunu ayırır. Omurilik beyinden ayrılır ve kalp durur. Eğer düşme mesafesi çok kısa olursa, mahkum yavaş yavaş ölür; çok uzun olursa, baş gövdeden ayrılabilir.



Yöntem: Taşlama

Kullanıldığı yerler: İran

Neler olur: Halk taşları atmak için davet edilir; ancak seçilen taşlar çok küçük (işe yaramayabilir) ya da çok büyük (ilk atışta öldürebilir) nitelikte olmamalıdır.



Yöntem: İdam mangası

Kullanıldığı yerler: Endonezya, İran, Irak, Nijerya, Tayvan, A.B.D.’de iki eyalet.

Neler olur: Mahkum bir sandalyeye bağlanır, başına bir kukuleta geçirilir, göğsüne bir hedef kağıdı yerleştirilir. İçlerinden birisinin kurusıkı attığı beş kişiden oluşan manga ateş eder.



Yöntem: Kılıç

Kullanıldığı yerler: Suudi Arabistan

Neler olur: Baş kılıçla gövdeden ayrılır. Kılıç, omurilikteki şoktan kaynaklanan bilinçsizlik durumu yaratacak biçimde omuriliği kesmelidir, ancak birden fazla kılıç darbesi gerekebilir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder